30 Aralık 2018 Pazar

Didem'in Gözünden 2018'de Neler Oldu


Bir yılı daha geride bırakırken, yıl sonu değerlendirmesi yapmak gerek; 2018'de neler oldu neler... Yillar Geçerken adlı bloğumda, kendimiz için değerlendirmesini dün yaptım. O yazımı burada bulabilirsiniz...

Bugün 2018 senesinde ülkemizde neler oldu neler demeye geldim. :) Aklımda kalanları yazmaya çalışacağım daha çoğunlukla... Çok karmaşık gideceğime eminim, bunu önceden belirtmek istiyorum. Ama onun haricinde, yazmayı çok şevkle yine benim gözümden bir değerlendirme yazısı daha yazıyor olacağım. İyi okumalar... :)




Bir özel jet düştü 2018'de, tarihi 12 Mart 2018 imiş; 

Mina Başaran ve 7 kız arkadaşının, evlilik öncesi kutlama yapmak üzere özel jeti ile gittiği Birleşik Arap Emirlikleri'nden İstanbul'a dönmek üzere havalanan özel jet İran sınırlarında düştü haberini almıştık. Bunu neden çok net hatırlıyorum, hem yitip giden insanların ve ailelerinin yerine kendimi koyabiliyordum; bu tarz kayıpları kimse yaşasın istememektir normal olan! Bir o kadar böyle düşünürken de, o dönem "zenginler zaten, oh iyi olmuş" diye ölü sevicilerin varlığı beni o kadar rahatsız etmişti ki yine; sanırım unutamayacağım bu olayı! Tekrar başımız sağolsun, hem o yitip giden insanlarımız için, hem de bir yanındaki insanlığı öldüren insanlarımız için...

Buna dair bir yazı da yazmıştım bloğumda, daha çok hatrımda kalmasına sebep olmuştur belki de bu da; Vicdansızlık Böyle Şeylere Sevinmekte!



24 Haziran 2018'de, bir olaylı seçim daha atlattık ne yazık ki;

Tatlıya bağlanmadı mı, bağlandı. Çoğunluğun kararıyla seçilen kişi hepimizin cumhurbaşkanıdır sonuçta ama o akşam bundan da ayrı epey stresli idi resmen!

Şubat ya da Mart dolayları idi sanırım, yanlış hatırlıyor da olabilirim: 24 Haziran 2018'de Türkiye'nin İlk Başkanını seçeceğimiz seçimi gerçekleştirdik, Recep Tayyip Erdoğan, tekrar Cumhurbaşkanımız ve Türkiye'nin ilk başkanı oldu bu seçim ile...

Halkımızın demokrasi sistemi ile seçtiği kişi, bizim cumhurbaşkanımız veya yöneticilerimizdendir. Bundan yana hiç sıkıntım yoktu ama epey sıkıntılı bir seçim dönemi idi yine, gerek gazete yayın organlarının gerekse de siyasilerimizin yerli yersiz açıklamaları ve o açıklamalarını da yalanlamaları ile epey sıkıntılı bir seçim sonucunun açıklandığı akşamı yaşadık. Bunun da yazısını yazmıştım bloğumda, Seçim 2018 Ve Sonrası - #didemingozunden. Okudum da bugün yine, "vay be nasıl strestli bir seçim akşamıydı!" diyorum hala...

31 Mart 2019'da da, bir yerel seçimimiz var yine. Allahım ülke olarak, cümlemizin hakkında hayırlısını nasip etsin inşallah... :)


Tren kazalarımız oldu maalesef; kaybettiğimiz vatandaşlarımızın, toprakları bol olsun inşallah...

Tekirdağ Çorlu'da 8 Temmuz 2018 günü, bir yolcu treninin vagonlarından birinin raylarından çıkarak devrilmesi sonucu 24 vatandaşımız hayatını kaybederken, 318 kişi yaralandı. Davası hala sürmekte ve esas suçlular bulunamamış bulunmakta diye biliyorum...

Ve bu ayın 13'ünde (13 Aralık 2018 günü), Ankara'da Yüksek Hızlı Tren ile yol kontrolü yapan kılavuz trenin çarpışması sonucunda 9 kişi hayatını kaybetti, 34 kişi yaralandı. Bu tren kazasının da esas suçluları bulunmak üzere dava açıldı ve hala sürüyor. Deniyor ki, büyük ihmal var; kaza olmadan birkaç gün önce işleyişte değişiklik oldu ve bundan tüm görevlilerin haberi yoktu ne yazık ki... Maalesef ülkemizde katedilmesi yollar çok daha fazla...

Tren kazalarında ve trafik kazalarında hayatlarını kaybedenlere, Allahtan rahmet diliyorum cümleten bu vesileyle de...


2018'de, Fetö Terör Örgütü adına suç işlemek ve casusluk yapmak suçlamasıyla yargılanan ABD'li Rahip Andrew Brunson davası vardı bir de;

Ülkemizi ilgilendiren bir konuydu ki, bu kadar aklımda kaldı esasında. ABD'li Rahip'i yargılama kararıyla tutukladığımızda, ülkemizde dolar fırladı 6 Tl'lere kadar vardı resmen. Rahip Brunson, Temmuz ayında tutuklandı ve Ekim ayında da serbest bırakıldı tarafımızdan; sanırım Amerika'ya da teslim edildi...

Dolar şimdi nispeten düşmüş de olsa, 2018'de en yüksek seyrine ulaşmış oldu... Bir Brunson davası mıydı buna sebep, tam olarak değil bence. 2018'de üretim dengemiz epey bir düştü. Ekonomik yönden birçok şirket iflasa sürüklendi ve de fabrikalar özelleştirildi. 2019'da bu durum düzelir mi bilmiyorum ama büyüdükçe öğrendiğim bir şey varsa; dışa bağımlı olmadan, kendi ürününü üretmek çok mühim! Fasulye ve bulgur gibi malzemelerin, marketlerimizde ithal ürünlerinin çoğunlukta olduğunu gördüğüm ve de duyduğum için söylüyorum bunu tabii ki de. Ülkemden umutluyum ama bir o kadar da halkımızın bilinçli olmadığını düşünüyorum...


2018'de Cemal Kaşıkçı adlı bir gazetecimizin önce kaybolduğu düşünüldü, sonra da öldürüldüğü haberi alındı...

Ülke olarak tüylerimizi ürperten bir olay idi bence, önce kaybolduğu söylenen Cemal Kaşıkçı'nın son 3 aydır ölü olduğunu biliyoruz. Cesetinin ortaya çıkmaması sonrasında, Suudi Arabistan prenslerinin emirleri tarafından öldürüldüğü ve asitle de cesetinin yakıldığı itirafı geldi Suudi Arabistan Emirliğinden... Bu sene; "Nasıl dayanıyoruz böyle haberleri almaya, Allah kitap aşkına biri açıklasın bana!" dediğim bir sene idi, böyle haberler açısından özellikle...

Ya öleceğimizi biliyoruz, kendi canımızın nasıl acıdığını hesaba katıp kendimize insaflı davranılmasını isteriz değil mi? Nasıl birini bu kadar vahşi öldürebilirler, nasıl yok edip kurtulabilirler?! Kınamak falan değil bu, resmen sorguluyorum. İnsanlık diye bir şey var bu dünyada, düşünen tek varlık türüyüz şu dünyada; ama yaptıklarımız akla kalbe ve vicdana sığacak cinsten değil! Bazen korkuyorum ve çok kalbim ağrıyor düşünmekten ve böyle şeylerin korkusunu hissetmekten.

Üstte de dedim ya; nasıl dayanıyoruz? Ben dayanır olmuşum resmen; bu kadar çok üzülür ve de korkarken, insanların acımasızlık dolu eylemlerini duyar dinler ve tüm caniliği hissedebilir halde iken... Cemal Kaşıkçı'nın ruhu huzur bulsun inşallah. Allahın adaletine sığınıyorum bu gibi konularda, onun adaletine inancım sonuna kadar var şükür ki...



2018'de Soğan-Patates gibi yiyeceklerimizin aşırı zamlandığı zamanlar yaşadık...

Kimi dedi ki toptancılar stok yapıyor, piyasada soğan ve patates yok. Bir başkaları dedi ki, ülkecek yeterli üretimimiz yok, o sebepten bu sıkıntıyı yaşıyoruz. Bir kesim de dedi ki, soğan ve patateste hastalık var... Sonra öğrendik ki, bunların her biri de doğru imiş. Bir kısım soğan ve patatesimiz hastalığa yakalanmış, birkaç bölgede toptancılarımız stok yapıp piyasa ile oyun oynamış, bir o kadar da üretemeyen üretici sebebiyle yaşamışız bu sıkıntıları.

Farkında mısınız, 2018 resmen üzerimizden geçmiş gidiyormuş! Ülkede neler neler oldu aslında da, benim hatırladıklarım bunlar. Kötü haberlerin çoğunlukta olduğu bir sene miydi ki? Ülkemizde kazalar, pahalılık, iflaslar ve ölümler vuku bulmuş de mi yine... Biraz böyle idi ne yazık ki ama tabii ki iyi şeyler de oldu çok şükür ki...


Misal aklımda 29 Ekim 2018 günü açılışı yapılan İstanbul Havalimanımız var;

Evet çok pahalı bir maliyetle ülkemize kazandırılmış, henüz tamamen kullanıma açılmamışsa da, "Yap-İşlet-Devret" yöntemi ile ülkemize kazandırılmış bir havalimanı. Ama sonuçta bizim değil mi artık, umarım güzel iş yapar ve ülkemize büyük kazanç kapıları açar...


Yıllardır, TV ekranlarında ne yaptığını bilemediğimiz Adnan Oktar'ın bir örgütü olduğu ve o örgütte binbir suç işlediği öğrenildi ve buna el atılıp kurbanlar kurtarıldı...

Gerçekten yerinde bir uygulama imiş ki, bunların ortaya çıkmasına o kadar çok sevindim 2018'de. Sadece TV kanallarında gördüğümüz o "kedicikler", normal bir adam olmadığını gösteriyordu bence bize. O bir eğlence yöntemi değildi, dine hizmet eden bir yanı da yoktu gözümüzde. Ama adam her yerde olmaya başlamıştı son zamanlarda... Öğrenildi ki; silah bulundurmak, silah tacirliği, elinde zorla adam bulundurmak ve çalıştırmak, bu adamları ve kadınları kötü emellerine alet etmek ve daha sayamayacağım bir sürü suç işlenmiş... Cinayete varan suçlar, asırlık bir Tevrar kitabı uğruna işlendiği söylenen bir cinayet var ki; akıllara zarar! Üstteki insanlığın acımasız bencilliği üzerine tekrar yazmayayım, düşünüyorum ve sorguluyorum yine biliyorsunuz işte... :)


En önemli güzel gelişmelerden biri 12 Kasım 2018 günü SMA Tip-2 ve Tip-3 hastalarının ilaçlarını da SGK'nın karşılama kararı alması idi. Ama bu gelişmenin bir kolu 2019'a sarktı, SMA'lılar hala ilaç bekliyor ne yazık ki...

Ben de SMA Tip-2 ve Tip-3 hastalarının ilaçlarını beklediğini duyurmaya çalışıyordum birkaç ay öncesine kadar, misal bu yazımda. Neden ilaçlarını alamadıklarını, neden tedavilerine devam edemediklerini ve devletin buna bir çözüm yolu bulmasını SMA hastaları olan olmayan birçok kişi olarak beklediğimizi yazmıştım...

O beklenen güzel haber, 12 Kasım 2018'de Sağlık Bakanlığı tarafından verildi ise de; Resmi Gazete'de yayınlanması gereken SUT Kararı hala açıklanmadı. Çok değil, kararın uygulamaya geçirilmesi için bir toplantı ve de bir yazı bekleniyor işte ama hala gerçekleşmedi... 2019'a sarktı görünüyor, net bir cevap ve beklenen uygulama hala gerçekleşemedi zira. Sağlık bakanlığı bu hafta bir toplantı yapmış ama o karar hala alınmamış deniliyor şimdi de SMA hastası aileler tarafından...

Umarım 2019'da, hakedilen tüm sağlık gelişmelerini; beklemeden, zaman kaybettirilmeden alabiliriz. Yürekten diliyorum, bunu başarabilmeliyiz!


2018'de hayatını kaybeden ünlülerimiz de oldu ne yazık ki;

Gazeteci Aydın Boysan (5 Ocak 2018), Şairlerimizden Ülkü Tamer (1 Nisan 2018) ve Cemal Safi (18 Nisan 2018), Oyuncu Arda Öziri (27 Mayıs 2018) - Ki her ölüm erkense bile, bir motosiklet kazasında çok genç oldu ölümü, Fotoğraf Sanatçımız Ara Güler (17 Ekim 2018) hayatını kaybeden ünlülerimizdendi. Toprakları bol, ruhları şad olsun. Daha nice oyuncumuz bu sene gitti ama hepsini yazmayayım dedim. Benim duyduğum ve hatırladıklarım bunlardı diye yazdım; daha ayrıntılı 2018'de neler oldu yazısı olarak, bu yazımı yazarken net tarihlerin bir kısmını aldığım bu siteden sizler de bakabilirsiniz...



Velhasıl kelam, aklıma başka 2018'de ne oldu ne bitti diye herhangi bir madde daha gelmiyor. Benden bu kadar işte... (: 

Sizlerin aklında kalan, toplumsal veya basına yansımış olaylarımız varsa yorumlara bekliyorum. Sizce 2018 nasıldı, sizi en çok sarsan ve en çok mutlu eden gelişme hangisiydi? Bilmek istiyorum ben de... :)

2018'de ilk yazdığım yazım gözüme değen ve beni rahatsız eden konulardan biri, pedofili konusuna dair olmuş! O yazımı burada bulabilirsiniz... 2019 öyle bir sene olsun ki; gözüme böyle iğrenç konular değmesin ve ben de kötülüklere dair fikirlerimi sunmak zorunda kalmayayım istiyorum!



-- 2019 öyle bir sene olsun ki; 


Ülkemizin toplum içinde birbirine saygı sevgi ve anlayış çerçevesinde yaşayabileceği köklü kararlar ve uygulamalar yürürlüğe konulsun, ne devlet büyüklerimiz ne de ünlülerimiz bu ve bunun gibi ciddi konularda gaf yapmasın. Refah, dayanışma ve birlik içinde, iyiliğe doğru uzanan mutlu ülkeler arasına girsin yeniden ülkemiz...

Hani 90'lar zamanı, en mutlu bizleriz deriz hala! O zaman en mutlu ülke araştırmaları yapılıyor muydu bilmem, o zamanki mutluluğumuzu yakalayabilelim inşallah 2019'da...

Kaza, şehit, skandal, çöküş, kandırma, dolandırıcılık, taciz, tecavüz, cinayet haberleri duymadığımız; mutluluk, sağlık, bolluk, bereketlik, birlik, bütünlük ve daha nice güzellikte haberler aldığımız bir sene idi diyelim... Çoğunlukta güzellikleri hatırlayalım, kötü haberlerimiz de elbet olacak insanız ama bizi sarsan yıkan ve tüketen değil; bizi bir eden ve mutlu eden haberlerimiz çoğunlukta olsun.

Ülkemde; Sağlığa, işçiye, insana, çocuğa, yaşlıya ve gence; eğitime, kültür ve sanata verilen desteğin en yüksek düzeyde olduğunu gördüğümüz bir sene diliyorum hepimize... Ülkemizden bütüne yayılan, barış ve mutluluk olsun; Dünyamız cennet olsun bu sene, barışı yaysın tüm insanlığa inşallah... :)

Öyle güzel yazdım ki bence dileklerimi, şu an kendimi bir barış elçisi ve sevgi pıtırcığı gibi hissediyorum. Ülke ve dünyamıza bu hissiyat yayılsın, güzelleştiğimiz bir yıl bizi sarıp sarmalasın derim... (:

Güle güle 2018, Hoş gel 2019!<3 Sevgilerimle... :)


14 Aralık 2018 Cuma

Andersen Masalları, 5 Film, UTC - #didemingozunden


Bir kitap, bir dizi ve 5 film ile karşınızdayım bugün, Didemin Gözünden diyerekten... :) Epeydir yoktum, ben çok yazmayı özlemiştim yine buraya. Yazamadığım zaman diliminde birçok film izledim, bir yabancı dizi bitirdim, bir Türk dizimiz final verdi (ki o bu yazımda bahsettiğim konulardan biri), bir de yeni bir yabancı diziye başladım... İzlemek ve de onların dünyasına akmak güzel ama bu yazımda aktığım dizilerde Yılbaşı temaları hakim çoğunlukla, sevgilerimle... :) 

Andersen Masalları


Bizim küçüklüğümüzden beri çizgi filmlerde veya filmlerde izlediğimiz masalları, büyüdükçe okumaya başladığımızda hiç öyle olmadığını görmek üzücü... İnternette, bildiğimiz masalların gerçek hallerini okumak ne kadar hayret edici idiyse de, okuduğum kitaplardan farklısını bulmayı diliyordum galiba...


Geçen hafta Andersen Masalları'nın birkaç tanesinin toplanmış halinin basıldığı, Say Yayınları'nın kitabını okudum. Nereden almıştık, bu kitap nasıl elimize geçmişti hatırlamıyorum. O kadar zamandır okunmamı bekliyordu ki, okumak bu seneye nasip oldu. Dünyanın En Güzel Masalları kitabı yazıyor üstünde ama ben o kadar zevk alamadım bu kitaptan. 

Andersen Masalları, Hans Christian Andersen adlı yazarın masalları... Bunlara hangi masallar dahil derseniz; Kurşun Asker, Çirkin Ördek Yavrusu, Kibritçi Kız, Küçük Deniz Kızı, Papatya gibi masallar...

Benim küçüklüğümden beri en sevdiğim çizgi film karakterlerinden biri, Çirkin Ördek Yavrusu idi ama gerçeği daha durgun ve de soğuk bir hikayeden ibaretmiş meğer... Sonra Küçük Deniz Kızı hikayesi, bizim bildiğimiz sevgi dolu bir hikaye idi hani? Bambaşka bir hikaye imiş, beni en çok o hayal kırıklığına uğrattı zaten... :(

Bilmiyorum bu masallar hikayesi çok ayrı bir yerde benim için; masallardan uyarlama yapılmasın veyahut ben bir daha masalların gerçeklerini okumayayım en iyisi... Gerçek Hansel ve Gretel masalının, Pamuk Prenses ve Yedi Cüceler'in internete de yayılan gerçek sonları beni mutlu etmiyor! Ben mutlu sonları seviyorum, pespembe dünyaları ve iyilerin hep kazandığı masalları... :)


5 Film; 5 Yılbaşı Filmi...


Kasım 2018'de, yani geçen ay, 5 adet yılbaşı filmi izledim. Bir tutku bende, yılbaşına doğru geçirdiğimiz zaman dilimleri... :) 

Umutlar, hayaller ve planlar; her biri bu dönemlerde daha güzel ve daha özgün benim için. Yeni yıl, yeniden başlayabilmeyi ve umutlarla sarmalanmayı çağrıştırıyor bana. Yabancı filmlerde bu hayal dünyası gibi süslenen evlere, kara bulanan sokaklara hevesle bakıyorum... Tabii ki filmlerden biliyoruz o güzellikleri ama ben küçükken bizim okulumuzda da kutlanırdı yılbaşları. Okulumuzu süslemek, eski yılı göndermek ve yeni yılı karşılamak için yapılan planlamalarda bulunmak; müthiş bir duyguydu benim için ve hala da öyle...

Ayağa kalktığım bir zaman diliminde, filmlerde gördüğüm bu hayal dünyalarının içinde bulunmayı ve ortak paydada güzel bir kutlama yapabilmeyi umuyorum sevdiklerimle oralarda da... Onun haricinde evimizde kutluyoruz biz de; bir senenin bitip, bir başka senenin başlamasını, sade bir yemekle... Noel diyor yabancılar, Christmas diyorlar; hepsi ayrı kültürler. Biz her sene, eski senenin gidip yeniden bir takvime başlamamızı kutluyoruz ülkemizde. Bu bile benim için enerji yüklemesi gibi işte... :)


Gelelim Kasım 2018'de izlediğim 5 Yeni Yıl Temalı filme;

İlki The Christmas Chronicles idi, 2018 yapımı bir Netflix filmi; siz noel babaya inanıp da, hiç göremez iken izini süren bir çocuk olsanız ve bir gün Noel babanın izine rastlasanız ne yapardınız? Bir abi-kardeş, yılbaşı arifesinde Noel babayı hediyelerini dağıtırken iş üstünde yakalıyorlar. Sihirler alemine giriş başlıyor onlar için. Öylesine eğlenceli ve tüm dünya çocuklarını hediyesiz kalmaktan kurtarmaya adanmış bir serüvenin içinde buluyorlar ki kendilerini, çoğu sahnede ben de orada olmayı istedim doğrusu... :)

Noel baba rolünde, Kurt Russel var ki; öylesi yakışmış bu role! :) Yeğenim bensiz, ben onsuz izlemişiz ama öyle sevmişiz ki ikimizde; birkaç hafta önce beraber de izledik açıp... Tavsiye ederim, o yeni yıl ve karla dolu aranan pespembe dünyayı yaşatıyor sizlere. Bana yaşattı yine doğrusu. Kış mevsimini sevmiyor olsam bile, böyle filmleri çok seviyorum işte! :)

The Princess Switch; 2018 yapımı, bir Netflix filmi. Başrollerinde, Disney Channel filmlerinden tanıdığımız Vanessa Hudgens var ve de benim bu filmle tanıdığımı düşündüğüm Sam Palladio. Ama nedense bir o kadar da tanıdık geliyor bana... Film çok eğlenceli idi bana göre. :) Klasik gelebilecek derecede bir benzeri olan konusu var; kraliyet prensesi olmaya aday kızımız, kendi benzeri olan pastacıya 3 günlük yer değiştirme teklif ediyor. Zira istediği prenses olmak değil, normal yaşayabilmek. Bizim pastacı kızımız ise, 3 günlük rolünde aşkı buluyor. Esas kraliyet prenses adayımız da, kendi aşkını pastacı rolünde iken buluyor. :) Evet basit gelebilir konusu ama diğer benzerlerinden daha eğlenceli ve de konu işlenişi beklenmedikti benim için yine de... :)

The Holiday Calendar; Türkçeye dümdüz çevirir isek, Tatil takvimi diyebiliriz. Yılbaşı haftasında büyükannesinden hatıra kalan antika bir takvimin, dedesi tarafından kendine hediye edilmesi ile kendisini sihirli olayların içinde bulan başrol kızımızın hayatı yılbaşında değişiyor. Hem eğlenceli, hem de düşündürücü bir filmdi. Hayatınızı değiştirmek için, fırsatları beklemeyin; siz yaratın diyordu resmen. Katerina Graham, The Vampire Diaries dizisinden de çok sevdiğim bir oyuncu idi. İlk defa bir filmde izledim, oyunculuğun yakıştığı kadınlar var resmen. Öyle güzel filmlerden biri idi benim için işte, güzel vakit geçirten cinsten... :)

A Christmas Prince (Noel Prensi); Prens koltuğuna geçmek istemeyen prensimiz, Kralın ölümü ile kayıplara karışmış ve onun hakkında haber yapmak da kendini geliştirme fırsatını ele geçiremeyen gazeteci kızımıza nasip olmuş... Gizlilikle dolu bir noel zamanında, hem aşkı buluyor hem de kendi fırsatlarını kendisi oluşturması gerektiğini öğreniyor esas kızımız... Bu film, "Görünen her zaman doğru olmayabilir!"i de öğretiyordu. Farkettim de, Noel temalı romantik filmlerin her birinde bir "fırsatların oluşmasını bekleyen, cesaretsiz" başroller var. Her bir romantik film yapımcısı, benim gibi yılbaşını fırsat olarak görüyor demek ki; planlar, programlar ve de hayaller için... Belki de öyle görmek istiyoruz ya da... :) Olur mu olur!

A Christmas Prince: Royal Wedding; Noel Prensimizin, müstakbel prensesimiz ile kraliyet düğününün filmi. Bence kesinlikle ilk filmden daha güzel ve de eğlenceli idi. Tamam fırsatları oluşturmayı öğrendik öğrenmesine ama bu filmde de "hayatının yönetimini başkalarına verirsen neler olur'u" öğreniyoruz. Bence böyle idi bu filmin de içeriği. :)

Ne film anlatasım varmış, pes artık bana! =)


UTC: Ufak Tefek Cinayetler, Final Yaptı...


1,5 senelik yayın hayatına veda eden bir dizimiz var sırada... :) Başlığa ismini sığdırabilmek için UTC dedim ama twitter'da böyle göre göre de bu ismine çok alıştım ben. Benim gibi twitter'ın kısıtlı harf kullandırma politikası gereği, bu kısaltmasına alışan birçok kişi olduğuna da eminim...

Ufak Tefek Cinayetler; oyuncu kadrosu ve klişe senaryolardan uzak senaryosu ile gönüllerimizde taht kurdu bu iki senede... Gerçek anlamda artık klasikleşmiş konulardan uzaklaşmaya ihtiyacımız vardı! Bizi herkesten şüphelenmeye sevk etti ise de, bir o kadar da ufkumuzu geliştirdi ve heyecanlandırdı fragmanları ile.. Ben daha çok aşk ve daha çok akışında sıkıntıya sokmayan bir dizi bekliyordum bir ölçüde, bu yüzden beni ikinci sezonunda daha tatmin eden bir senaryoya sahipti ve bu hafta Salı günü final yaptı...

Kadınların birbirlerinin kuyusunu kazmakta, -aşk uğruna- böylesi delirmiş olduğu bir filmi izlemek başlarda güzeldi; sonra iş beklemediğimiz boyutlara ulaştı! O kız onu yapmaz dediğimiz kişiler daldı entrikaların içine. Ama en baştan beri, her ne kadar karakterimizi çok kez salak yerine koydularsa da, "Oya" karakteri birçoğumuz için vazgeçilmez oldu...


Birçok kaçırdığım bölümü olmasına rağmen, izlemekten vazgeçmediğim bir dizi oldu UTC benim için de... İkinci sene daha çok "Merve" karakterini sevdim ve her ne kadar rolünü çok layıkıyla yaptı ise de; Arzu karakterinin en değişmez karakterini değiştiren senariste, ikinci sezon için darıldım...

Merve, en esaslı kızımız! Çizgisini bozmayan ama bir o kadar da mutlu sona en çok yakışan karakterlerimizdendi. Oya ile Serhan'ın mutlu sonu yaşamasından çok, Merve'nin gençlik aşkı Kerim ile mutlu sona kavuşmasına çok mutlu oldum ben. :) (Bakınız, üstteki fotoğrafta kavuşma anları!)

Gelgelelim; her şey tatlıya bağlandı ama bunun bu kadar çabuk yapılmasını da istemezdim. İki sezon boyunca, tam tıkırında giden diziyi, son bölümünde iyiye güzele bağladılar ve herkes dersini aldı. Ama eksik kalan yanı, biraz daha o yolda giderken karakterlerimizi görmek gerektiğiydi. Birbirleriyle daha bağlantılı şekilde çözmelerini görsek, çok çabuk barışmışlar ve birbirlerini geçmişteki hatalarıyla kabul etmeleri bu kadar çabuk olabilecekken yaşanan onca öfkeler boşaymış, gibi hissettirmezdi. Ki dizinin konuları itibariyle, birbirlerine kızmakta ve de öfkelenmekte hiç haksız değillerdi sözde! (:

Velhasıl; bir diziyi "Yaprak Dökümü"ne döndürmeden bitirmiş olmanın, haklı gururunu da yaşıyorum ama keşke birkaç bölüm daha oynayıp "Ufak Tefek Cinayetler" ismini basitleştirmeden final yapsalardı diyor ve böyle kaliteli klişeden uzak senaryoların darısı başımıza diyorum... :)

Sevgilerimle...


28 Kasım 2018 Çarşamba

İki Güzel Haber - Kasım 2018


Ülkemde bazen güzel şeyler de oluyor ve buna şaşırıyor olmak üzüyor bu sefer de beni. Bu sıra aldığımız güzel haberlerden bahsetmek istiyorum bugün. Kasım 2018'de gerçekleşti bunlar, ne mutlu bize ki...

Müjde; Sma İlaçları Temin Edilecek! 



Daha önce de şu yazımda yazdığım gibi, Sma Tip 2 ve Tip 3 hastalarının ilaçları temin edilemiyor ve Sma'lıların sesini duymamız gerekiyordu. İlacın fiyatı hastaların karşılayamayacağı boyutta olduğu için, devlete seslerini duyurmaya çalışılıyordu. Öyle ki, Sağlık bakanlığı önünde beklemeye başlamışlardı ve Sağlık Bakanlığı nihayet geçen haftalarda seslerini duydu... Sağlık Bakanlığı "Sma Tip-2 ve Tip-3 hastaları için, bireysel hasta başvurularını işleme aldıklarını duyurdu."

Ben Aycaash adlı instagram hesabından, Ayça ile duymuştum bu Sma ilaçlarının Tip 2 ve Tip 3 hastalarına ulaştırılamadığını; yani Sgk tarafından karşılanamadığını. Ama öncesinde, ilaç bekleyen Tip 1 hastaları dahil biliyordum ilaç beklendiğinin...

Ayça'nın hesabını takip ederseniz siz de anlayacaksınız, aslında ne nedir, ne değildir... Şükür ki, ben kendi hastalığımı ve tedavilerimi anlatmakta hevesliyim, Ayça da kendi hastalığının ve tedavisinin. Çoğalıyoruz Sosyal Medyada... Farkındalık benim küçüklüğümdeki gibi alt seviyede kalmıyor, gıdım gıdım da olsa ilerliyoruz çok şükür! :)

Sma ilaçlarının temin edileceği haberi verildikten sonra, Ayça'ya da yazdığım gibi; "Kendi hastalığıma tedavim veriliyormuşçasına sevindim." Ayça Genetik bölümünde öğrenim görüyor şimdi. Kimbilir, o da nicemizin tedavilerini bulacak ileride. Önce kendisi daha iyi olacak ve onun gibiler, bizleri daha da iyi bilip dinleyecek ve tedavi alanlarında gelişmelere öncülük edecek; yürekten inanıyorum. Umudumuzu kaybetmediğimiz sürece, kazanan bizler olacağız inşallah... :)


Devletten Otizimli Bireylerimize Eğitim Desteği Sözü Verildi...




Bir diğer haberim, Otizmli bireylerin eğitim haklarındaki desteği kazanıyor olduğuna dair... Öncelikle sizden "Sedef Erken"i takip etmenizi ve otizmli bireyler için farkında kalmanızı istiyorum. Çünkü daha geçen gün onun sesini nihayet Milli Eğitim Bakanlığı duydu ve onun oğlu gibilerin sorununa çözüm olacaklarının sözünü verdi. Takipçisi olalım ve lafta kalmamasını sağlayalım istiyorum...

Sedef Erken, bir otizmli bireyin annesi. Kendisi avukat imiş ama ben onu sorununu dile getirişini Twitter'da görene dek tanımıyordum bile. Onu Twitter'da paylaştığı şu twit ile tanıdım ben de... Bir engelli bireyiniz varken, onu topluma katamıyor olmak ve siz uğraşırken eğitimden uzaklaştırmak zorunda hissetmek ne kadar zor onu çok iyi biliyor olduğum için; kendimi çok yakın hissettim onu tanımaya başladıktan sonra...

Bedensel engel durumum ile, ilkokul ve ortaokul zamanında çok sıkıntı çektim başlarda. Bir türlü çoğu arkadaşıma engelli bir bireyin varlığıyla başa çıkma konusunda doğru örneği öğretemiyor idik. Öğretmenlerimin bir kısmının yardımına rağmen, eksik bir şeylerin varlığı vardı; kimse engelli nedir bilmiyor ve veliler dahil yanımda çevremde olmak istemiyordu. Birileri size bunları sezdiriyor işte... Öğretmenler bile yeri geliyor sizi engel durumunuz sebebiyle ayırmamaya çalışıyor ama sıkıntıyı siz çekiyorsunuz istemsiz. Alıştırma eğitimleri yok ve hiçbir okul bu "kaynaştırma sistemini" uygulamayı kabul etmiyor. Basit gerekçeleri oluyor; "yasa bunu emretmiyor", "burası özel eğitim kurumu değil", "çocuğunuz için şunları karşılayabilirsiniz." Her birimizin karşılaştığı sorunlar...

Otizm daha farklı, bir hastalık değil üstelik; hayata katılma konusunda hiçbir sakıncası yok, yapılacak gereklilikleri hakim. Kaynaştırma sistemi, bir otizimli veya engelli birey için değil; diğer bireylerin de, yani öğrencilerin de farkındalık eğitimine bir katkı! Kimsenin göremediği de bu zaten; biz engelliler varız ve yaşam devam ettikçe de var olmaya devam edeceğiz, görmezden gelmeye çalışsanız da susmuyoruz!

Sedef Erken bunun en güzel örneklerinden yalnızca biri... O tüm otizmliler için eğitim desteği sözünü aldı ama öncesinde de öylesine uğraşmış ki, oğlunun eğitimini evde devam ettirme kararını almasını sağlayacak yıldırma politikalarına da denk gelmiş... Özel eğitim kurumlarında bile varken bu yıldırma politikaları, devletin kurumlarında olması endişelendiriyor tabii ki.



Üstteki şarkı, Ogün Sanlısoy ile Ozan Barış Şanlısoy'un baba-oğul söylediği şarkı imiş... İncelerken fark ettim, Ozan Barış Şanlısoy'un babası, 2000lerde çok sık dinlediğimiz sanatçılarımızdan Ogün Şanlısoymuş... 


Ücretsiz eğitim her birimizin hakkı, topluma karışmak hepimizin hakkı. Sedef Erken'in sözünü aldığı sistem nasıl işleyecek bilmiyorum ama heyecanla bekliyorum. Ülkece, engelli bireylerin farkındalığı konusunda büyük gelişmeler bekliyorum. Başarılırsa, gelişeceğimiz alanlar çok olacak diye umuyorum... :)

Bu güzel haberi böyle verdiğim için üzgünüm ama ne olacağını bilememek ve sadece güzel şeyler olacağını umuyor olmaktan ötürü bunlar... Dilerim başaracağız, ülkemdeki tüm insanların çoğunluğuna; varlığımızı ve farkındalığımıza varmanın daha kolay olduğunu gösterebileceğiz. Buna inanmayı sürdürecek ve umut etmeyi bırakmayacağım. :)

Ben bu iki güzel haberin ve daha nice güzelliklerin takipçisi olacağım, hep beraber takip edelim ki; olur ya sözler tutulmazsa bilelim, haklarımızı talep edelim... Okuduğunuz için teşekkürlerim ve sevgilerimle... (:

20 Kasım 2018 Salı

Dora, Gossip Girl, 3Y1T - #didemingozunden



Merhaba, yine ben. Biraz ara verdikten sonra, Didem'in Gözünden'e yeniden döndüm. Ve bu sefer bir kitap, bir dizi film, bir de youtube programı ile karşınızdayım. İyi okumalar... :)

Dora: Freud'a Kafa Tutan Kız - Lidia Yuknavitch



Bu sene okuduğum en ilginç kitaplardan biri, Dora oldu bence... Çok eğlenerek okudum diyemem ama 14 günün sonunda bitirdiğimde, nihayet "neyse, bir şeyler öğrenmiş oldum en azından." da dedim... 

Sigmund Freud'un tezlerinin birçoğuna dair, bir kitapta çıkarımlar yapabilmek güzeldi. Net olarak hikayeyi sizlere anlatmayacağım ama Dora, Sigmund Freud'un hastası imiş. Küçüklüğünde anne ve babasıyla doğru bağ kuramamış ve tacize uğramış bir kız. Söylenenlere göre de Dora, Freud'un çalışmalarında ismini baya duyuranlardan olmuş. Öyle ki onun vakası, Dora Vakası olarak kayıtlara geçmiş... Hikayenin bir kısmını buradan da okuyabilirsiniz. Merak ederseniz de, bu iki isim hakkında bir sürü makale var zaten internette... 

Ben hikayeye dair, ne çok sevdim diyebilirim ne de çok sevmedim... Dora'nın hikayesi kesinlikle ikilemde bırakıyor. Lidia Yuknavitch'in yazdığı kitapta, sebepler o kadar fazla açıkta bile olsa; biraz yüzeysel kaldığını söylememiz lazım. Şiddete ve cinsel eğilimlere yatkın olan bir kızımız var ve kendini çözümlemeye çalışırken, Freud dahil etrafındakileri de yakıyor her zaman. Evet, onunki haklı bir meydan okuma diyor kimisi; ama bir o kadar da bazı noktalarda Dora'nın başa çıkma yöntemlerinin tasvir edilişleri korkunçtu. En çok şiddete eğilimi korkuttu beni, sebep aramamak lazım diyebilirsiniz; ama kitapta bunun sebebini de daha açıklayıcı şekilde okumak isterdim.

Psikolojik bir vakaya dair olması ve okuyucu yorumlarında da yazan popüler kültüre dair açılımlarını bulabileceğiniz yanı açısından okumak isteyenlere öneririm. Ama bir o kadar, küfürlerle ve gerçeklik konusunda olumsuz ayrıntılara ve olaylara takılı kalmaya meyilli (ben gibi) kişilerin de okumamasını tavsiye ederim. Öğrettiği yanlardan çok, yorduğu yerler oldu beni... Büyüme ve gelişim döneminde, anne ve babasıyla doğru sevgi bağını kuramamış bir kız çoğunun, hangi boyutlarda kaçınılamaz gidişatlar yaşayabileceğini söylüyor daha çok bence. 

Bana göre anlatımda çok eksiklikleri vardı, gerçek eksikliklerden bahsediyorum... Gerçi bu eksikliği de internet makalelerinde, Freud gözünden okuyunca anlayabiliyoruz. Ama ilk defa böyle bir vakayı duyanlar için, gerçekten kafa karıştırıcı bir kitap diyebiliriz. Beni sarıp sarmalayan tek noktası, gördüğü sevgilerden sonra değişim görebilmesi oldu. Psikolojik boyuttan, olabildiğince basit yaklaşıyorum tabii ki; sevgisizliğin ve ilgisizliğin, bir çocuk üzerinde verdiği boyut korkunç. April Yayınlarının kitaplarını çok seviyorum ama bu kitap okuduğum en ilginci oldu, diye de yazmak istedim!


Gossip Girl (Dedikoducu Kız)



Gossip Girl'ü baştan sona izleme kararı alarak, 2018 Ağustos ayında izlemeye başladım bu sefer. Henüz final bile yapmamışken ve yabancı dizi yayınlanan kanallarda da yayınlanırken, aralıklarla denk geliyor ve takip etmeye çalışıyordum. Tek bir bölüme dahi denk gelsem, zevk alıyordum. Ama şimdi karakterleri iyice çözümledim... Başlarda en sevdiğim karakter Dan ve Serena idi. Ama şimdi işler değişti... :)

Ekim 14'de Antalya'dan Bursa'ya geldiğimizde 2.sezonda idim, şimdi 5.sezondayım... 11 Eylül'de yine Antalya'ya gidince; birkaç bölüm orada da izlemiş ve sonra da yarım bırakıp dönmüştüm... Döndüğümden beri 2 haftada bir sezon bitti diyebilirim.

Yazısını yazmak farz oldu bir kere; sabah kahvaltılarından sonra çay keyfimde, bazen boş anlarda, bazen de bilhassa boşaltılan zaman dilimlerimizde, örgü eşliğinde keyifle izlenen dizilerimden yalnızca biri bu sıra... 

One Tree Hill'i en son bu kadar heyecanla takip etmiştim sanırım, ki yazısını da diğer bloğumda yazmıştım. O yazıma buradan ulaşabilirsiniz... One Tree Hill'de, iki favori karakterim vardı; Nathan ve Haley, öyle ki finale kadar bu durum ısrarla değişmemişti! Sıklıkla Brooke'a da sempati duyuyordum tabi, o da başka bir taraf... :)

Ama Gossip Girl adlı dizimizde, aksiyon -bana göre- öyle durmuyor ki; her sezon favorim değişmeye devam ediyor. İlk birkaç sezon hep Serena'yı severdim, ama Blair'in giyim tarzı ve doğal güzelliğine takılı kalırdım. Ama şimdi Blair'e hastayım. Erkek karakterleri hiç söylemiyorum! Onlar da sık sık değişmekte benim için... 

Ama gel gelelim epeydir gençlik dizisi izlemediğim için, bu eksikliğimi ancak farkedebildim; ben kendime aksiyon arıyormuşum meğer! Bu ihtiyacımı bir süredir Gossip Girl karşılıyor da... :) Belki daha nice aksiyonlu dizi-filmler vardır benim için, ama içimde bir yanımın "Bana bir şey olmasın, ama dizi izleyerek o sıkıntıyı atayım!" dediğini, Gossip Girl duymuş ve karşılarım demiş gibi... Bu durum beni mutlu ediyor ve birçok kişiye, 2006'da başlayıp 2012'de bitmiş olan bu diziye ben gibi baştan başlayıp, benimle tartışmasını ister oldum bir ara... 

Neyse ki şimdi 5. sezonun sonlarına yaklaştım. 6. sezonuna da geçip bitirdiğim zaman, One Tree Hill'e yazmış olduğum gibi bir yazı da bu diziye yazacağım diğer bloğumda. Onun da zamanı geldiğinde, bu bloğuma da bir bağlantısını koyarım... Beni sevdiğinizi biliyorsunuz! Öpücükler, Dedikoducu Kız... ;)

3 Yabancı 1 Türk


Bir süredir hiçbirini kaçırmamaya gayret ederek izlediğim Youtube programlarından sadece bir tane var, o da 3Y1T. Açılımı, 3 Yabancı 1 Türk... 


Birkaç sene öncesinde, Atv'de başlatılan "Elin Oğlu" adlı bir talkshow programı vardı. Oradaki Koreli Chaby'mizin sunumuyla, yaklaşık 1 seneyi aşkın bir süredir her videonun belirlenen konusuyla bir kültür showu yapıyorlar; 1 Amerikan, 1 Koreli, 1 Afrikalı ve 1 Türk... İlk başladığında bir urfalı vardı, sonra onunla anlaşılamadı ve yollar ayrıldı. Doğrusunu söylemek gerek, ondan sonra gelen Ekincan Şener isimli arkadaşları daha da canlandırdı programı. Esas canlılığına kavuşan program, Ekincan gitmeden önce tesadüf olarak yerine bir İtalyan'ın gelmesine sahne oldu. O da gariptir ki; Amerikalı Lui'nin yerine bir programlığına koltuğunu doldurmaya gelmişti (Michele Cedolin), sonradan o da daimi oldu... 


Şimdi kim bunlar diyeceksiniz; içlerinden bir Koreli Chaby'yi tanıyorduk, Michele de tanıdık çıktı sonradan. Sihirli Annem Kerem de dahil oldu programa. Son halinde, Türk kim diye sorulur oldu, Ekincan İtalya'ya gidince. Ben her birinin içinde bir Türk görüyor ve her birini ayrı seviyorum doğrusu... :) Programı izleyip sevecek olursanız, hiç Türk kim diye sormayacaksınız siz de bence. Zira ben sormuyorum bu sezon, her biri burada yaşamış insanlar çünkü. Amerikalı Lui burada yaşamış gençliğinde, İtalyan Michele çocukluğundan beri burada büyümüş, Chaby desen o da öyle... Ama öyle olmasalar bile, her biri bizim kültürümüzü benimsemiş ve kendilerinden de bir şeyler katmaya önem verenler insanlar... :)

Bir şans verin ve böyle özgün içeriklerin yolu daha fazla açılsın diye onları tanıyın istiyorum ben de işte. Oldum olası kültür alışverişine açık ve sevdalı oldum, bir başka ülkenin yemeğini ve özellikle de İtalyan dili, kültürü, lezzetleri ve bölgesi olarak bir ilgi duyduğumu düşünürsek; kültür programlarını daha çok seviyorum doğrusu. Kültürlenelim, kültürleşelim. Bizim hoşgörü içerisinde, gülmeye ve konuşmaya ihtiyacımız var böyle şeyleri de diyorum velhasıl... (:



Bu kadar bahsettim madem, en çok sevdiğim videolarından birini de paylaşmadan geçmeyeyim. Benim en sevdiğim marka isimlerini okudukları bölümlerdi önce. Sonra eşya isimlerine, atasözleri ve deyimlerine, yasaklarına birçok konu bulundu, hala bulunuyor da... Birkaç hafta önce, içeriklerinin en başta anlaşılamayan Türk tarafından alınma yolunda olduğu söylemişti bir de Chaby tarafından. Özgünlüğe sahip çıkılmalı ve bilinmeli ki; taklitler aslını yaşatırmış! Varın siz düşünün, Elin oğlu kadar nasıl sevdim bu programı... :)

Televizyonda böyle güzel özgün içerikler olsa ve kavgadan uzak bir Türkiye mümkün olsa biraz da, ne güzel olurdu valla! Kadın programlarında seviye ve aşırıya kaçmayan eleştirileri özledim valla. Baktım gelmiyor, ben de internete sardım valla. Konuşma programlarını seviyorum ama televizyonda pek yok aslında. Varsa yoksa kavga tartışma. Velhasıl, sağlıcakla kalın ve konuşma programlarını sevin diyorum ben de... 

Sevgilerimle... (:

28 Ekim 2018 Pazar

Ben Entrikaya Doydum! - #Dizilerimiz


Bir ara bu bloğumda da yine yazmıştım, gündemde olan zalimlikler ve eziyetler beni derinden sarsıyor. Bunlardan uzaklaşmanın yolu da birçoğumuza kitap okumak ve film izlemek olarak yansıyor. Hayat maalesef devam ediyor ve delirmemek için de elimizin altındakilere yönelmek gerekiyor. Türk dizisi de izliyorum filmi de doğrusu, ama bazen ben de çok bıkıyorum entrikadan. Ötesini yapamayan bir ülkeyiz maalesef, gelir durumumuz ortada; ne konsere ne de tiyatroya çok gidebiliyoruz. Ben operaya hiç gitmedim ve dans gösterisine gitmeyeli de çok uzun zaman oldu.

Tamam, benim durumum apayrı; engel durumum sebebiyle gidemiyorum uzun zamandır tiyatroya veya sanat içerikli birçok programa. Okul zamanlarını bu açıdan çok özlüyorum işte; senede birkaç kez tiyatroya gidebiliyorduk en azından, bir gösteri seyredebiliyorduk falan. Umarım yakın zamanda yine olur bu istediklerim, eskisi gibi yarı sosyal halime dönebilirim zamanla da... Hele bir ayaklanayım da, yapacaklarım listesinde bunlar da var... :)

Ama diğer yandan ülkemde, sigarasına veya gereksiz alışverişlerine ayırdığı bütçeyi bir kenara ayırsa; çok rahat şekilde sinema veya tiyatroya gidebilir halde insanlarımız var ama gitmeyi de tercih etmiyor durumdalar... Oysa birçoğu gibi bana da öyle geliyor ki, sanata eskisi kadar yine değer verilmeye devam edilse; Türkiye'de yaşam daha katlanabilir ve daha iyi konuma getirebilir olacak! Bilim, eğitim ve sanata hakettiği değer verilmedikçe, yaşadığımız zorlukların altından kalkabilmek bence daha zor olmaya devam edecek gibi görülüyor...



Üstte yapamadığım etkinlikleri yapamıyor halde iken, dizi ve film takip etmekten geri kalamıyorum tabii ki ben... Aslında tercih meselesi bu. Sındırgı'da Örgün Öğretim üniversite okurken başlamıştım, günlük dizileri izlemeye. O zaman Fox Tv'de bir dizi vardı; "Bir Aşk Hikayesi" idi adı yanlış hatırlamıyorsam, ya da ismi başka idi. Ama hikayeyi hatırlıyorum; Amerikan bir genç ile müslüman ülkede yaşayan bir kızın birbirine aşık olmasını ve kavuşma çabalarını anlatıyordu. Hatırladığım kadarıyla, kız kendi ülkesinde amca oğlu ile evlendiriliyordu ama bu gerçek bir evlilik olmuyordu. Sonra bu Amerikan gencimizin, Dna'sıyla kendisinden habersiz bir kolonu üretiliyordu. Tabii hikaye burada karışıyordu, yıllar sonra kız ne kadar uğraştıysa oğlan ile görüşmeye devam etse de kavuşamamıştı. Ama kolonu gencimiz ile karşılaşmıştı, zira gerçek oğlan bir bomba saldırısında mı ne ölmüştü. Bu diziyi aklımdan çıkaramıyorum ve bir o kadar da, Fox Tv'nin arşivinde bulamıyorum...

Ama size diyebilirim ki, bizim annemle günlük dizi sevdamız o diziden sonra başlamıştı... Tam o sıralarda da Beni Affet başlamıştı ve bir saat öncesinde Fox Tv'de verilen o diziyle çok iyi bir yayın sunuyordu o dönemler... Tabii hey gidi hey! Şimdi Beni Affet, Entrika'da iyiden iyiye kendini aştı ve hiçbir çiftini kavuşturmamak ve her kişinin en az iki seveni olmasını şart koşarak işleri karıştırma konusunda çok başarılı! :D

Türk dizileriniz Beni Affet ve Unutma Beni ile beraber, entrika dozunu iyice aştı diyebilirim. Oysa, başlangıçta en güzel konularla ve oyunculuklarıyla başlayan dizilerdi bu dediklerim. Unutma Beni, Ali ile İlkay'ın aşkını birçok kez ezip geçti ve en sonunda da sanırım onları ayırmayı başarmıştı! =)


Hayat entrika ile dolu zaten derken, insanın aklına bile gelmeyecek entrikalar dönüyor televizyonlarda. Hala! İzlerken veya bu konularda konuşurken de, biri şöyle diyor mesela "Bu dizidekiler ne ki, hayatın içinde daha da fazlası var..." Bu garip bir kendini kandırma dizelerinden biri bence, entrikaya doymak bilmeyenlerin ruhunu dolduruyor diziler böyle. Bunu duymak beni resmen paranoyak ediyor biliyor musunuz? O dizileri izlemek ve hayattaki şeyleri konu edindiklerini ya da bire bin katarak insan beynine işlediklerine senelerdir tanık oluyorum. Ama artık dayanamaz hale geldim. Duyuruyorum ki tüm yapımcılara ve senaristlere, Ben Entrikaya Doydum! Siz doymadınız mı? Bıkıp usanmadınız mı ağlamaktan ve ağlatmaktan? Gerçeğin üstüne bir sürü senaryo daha katarak, insan zihninin kötülüklere nasıl da yatkın olduğunu ve birçok fikri de siz vererek bizleri çıldırtmaktan?

Ama tabii ki hayatın içinde daha da fazlası var çoğu kişiye göre de mi? Dizilerde daha da azı olsa olmaz mı? Bari dizilerden birkaçı ağlatmasın, safça güldürebilsin istiyoruz. Çok mudur ki?

Klişeleştirdiğiniz Senaryolardan Bıktım Ben! Demek İstiyorum.

O kadar bıktım ki klişeleşmiş senaryolardan, artık izlerken "Bak anne-baba, kesin şöyle olacak birazdan ya da birkaç bölüm sonrasında" diyebilir hale geldim. Bu hale geldikten sonra da izlemenin ne manası kalıyor ki dedim ve beni çıldırtan senaryodaki dizilere restimi çektim. Heyecan kalmadı, monotonlaştırdınız. Sanat değil eser değil rezalet konumuna geldi bu durum artık. "İstisna yapımları tenzih ederim tabii, ki o istisnalar da epey az kaldı."

Klişeleştirdiğiniz Senaryo 1; Seven iki insan dizi tutulmamaya başlayana kadar asla kavuşamasın klişesi;

Bunun açılımları çok fazla. Ama klişeleşmişliği de çok fazla... Bazen insan, "Yahu bu Senaristlerin sevenlerle derdi zoru ne, birazcık da örnek olsunlar ailelere ve insanlara" diye soruyor. Ne bazen'i, sık sık!

1. Büyük Klişemiz;) Kız Erkek'i Sever, Erkek de Kız'ı. Tam mutlu olurlar, itiraf ederler. Ama Erkek'e bir kız, kızımıza da bir başka erkek aşık olur. Sevenler kavuşmasın ve hangi şartta olurlarsa olsun birbirlerinin olsun diye karalama kampanyaları hazırlar bu platonik sevenler ve erkek ile kızı ayırırlar. Dizinin devamında her şeyi yapan kötü kadın ve adam, hiçbir şekilde yakalanamaz. Gariplerim başrollerim(!), sevmedikleri kişileri iyilik meleği sanarak mutluluğa zorlarlar birbirlerini. Sevdikleri kişiler ise dünyanın en kötüsü adlandırılmıştır. Ama onlar da epey saf! Biri de sormuyor; "nasıl oluyor da sevdiğim kadın ya da erkek, bas bas -ben suçsuzum diye- bağırırken ben bana dayatılana inanıyorum." Veya nasıl oluyor da birden ikimiz de birbirimizden ayrılıyoruz ve ikimiz de bizi sevenler tarafından sarılıp sarmalanıyoruz. Yapmayın arkadaşım, doydum aynı senaryoya... !

2. Büyük Klişemiz;) Kız ile Erkek birbirini yine sever. Ama ya bir taraftan ya da iki taraftan da anne ve babaları, bu evliliği veya birlikteliği istemiyordur. Genellikle erkek'in annesi eve sızar, binbir oyun ile kızı oğluna kötüler. Kız çok iyidir aslında, ama bir türlü inandıramaz kendini sevgilisine. Anne kıskançlıktan girer, karın beni istemiyordan çıkar; oğlumu lanet karısından ayırdım diye sonunda da göbek atar. Kendi istediği kız ile evlendirir, kendi istediği kızın tek avantajı vardır; kaynana denilen kişi oğlunun sevdiği kızdan önce gelini olarak o kızı uygun görmüştür. Vs. vs. :)

Anlatmaktan sıkıldım. En sonunda ne oluyor söyleyeyim; oğlan binbir şekillere sokulduktan sonra tüm senaryoları öğrenir de, kızdan af dilemeye gider. Ama kızımız bir kez kırılmıştır incinmiştir. Affedemez; oğlan paramparça olur, olsun da zaten! Bir sürü bölüm boyunca kıza bir kez inanmayan insan, elbet bir kez daha olsa inanmaz. Sonuç, hep mutsuzluk, bazen insafa gelen senaristlerimiz mutlu da edebiliyor tabi. Çok şükür onlara! :D

Klişeleştirdiğimiz Senaryo 2; Bir kız bir erkeği seviyorsa, o erkek başkasını da sevse önemli değildir. Esas sevdiğini düşünen kızımız mutlaka onu elde etmelidir, gerekirse çocuğunu kendi çocuğu olarak göstererek...

Bu maddenin iki unsuru var tabi, biri kızın en çok sevenin kendi olduğunu düşündüğü, diğeri de erkeğin en çok sevdiğini düşündüğü... Kızın açısından düşünür isek de, erkeğin açısından da düşünürsek de; bir şekilde esas erkeğimizi ya da kızımızı sarhoş edip bayıltacak ve ertesi sabaha uyandığında yanında çıplak uyanacak başrol entrikacımız. (Valla ben dizilerin yalancısıyım!)

Neyse bu ilk madde tamamsa, kızın açısından düşünelim; "ben nişanlımı veya sevgilimi seviyorum ne olur beni anla" diyen erkeğin tavırlarına uysal davranın ağlayın ve intikam yemininizi hemen ardından edin. O gittikten sonra etmezseniz, olayların senkronizesi tutmaz! Senaristler böyle diyor valla. :D

Sonra hamileyim yalanı atın bir süre geçtikten sonra, sevdiğinden ayrılıp size gelmek zorunda kalsın. Zaten gelmese bile bunu öğrenen sevgilisi onu bırakacaktır. Sonra size gelen erkekle bir güzel evlenin. Çocuk sorununu da hiç dert etmeyin, günümüzdeki doktorlardan birini kandırabilirmişsiniz (!) ve yalandan bebek varmış gibi davranıp yalnız kaldığınız bir anda da kendinizi hastaneye atar-düşürürmüşsünüz zamanla... O kadar bebek işi yani senaristlere göre bu mevzular. (!) Allahım tam paranoyaklık! (Allahım sen koru böyle kötü fikirlilerden, kumpasçılardan! Amin.) 


Bunun bir de değişik bir versiyonu var, erkeğin yaptığı. Kızı bayılt, onunla yattığına ikna et... Ah bu senaryolar ve klişeler!... Bunlar daha bir kısmı ona göre, bende klişe gördüğüm senaryo bitmez. Siz bile biliyorsunuz bir sürü, eminim buna...

Bu erkek versiyonumuzda da, kız kendiliğinden sevdiğini bırakıyor zaten. Bırakmazsa da, kumpasçı erkeğimiz esas erkeğe gidip o geceyi anlatıyor. Esas erkek, esas kızı bırakıyor. Tabii kumpasçı erkeğe de gitmek mecburiyetinde kalınca! (Ah ne basit senaryolar ve de hastalıklı!)


Bu yazı biraz size, biraz da senaristlereydi işte! Benim gibi bu durumdan bıkan kişilerin olduğundan eminim. Gelin savaş açalım, vallahi sıkıntıdan patlayacağım yoksa! Türk dizileri öyle bir noktaya gelecek ki izlenmeyecek bundan sonra. Her dizinin içinde, bir veya iki tane mutlaka var böylesi senaryolar. Artık az az serpiştiriyorlar ama. Sanırım dikkat çekmesin istiyorlar. :) Bunun bizlere de zararı var elbet, bir sürü boşa heba edilen paralar hakim. Bir de paranoyaklaştırılan ve saçma sapan fikirlerle doldurulan insanlarımız! Haksız konuştuğumu hiç düşünmüyorum, çıldırtan senaryolarınıza bir dur deyin. Neslimize ve geleceğimize güzel şeyler öğretelim; gülmeyi mesela, ya da sorunlara gerçek çözümler bulmayı. En az 3-4 film olsa böyle, daha da fazlası gerek ya aslında...

Aklıma gelen ve sıkıldığım senaryolardan bir diğeri de; iki kardeşin veya en yakın arkadaşın aynı kıza veya erkeğe aşık olması. Başka senaryo yokmuş gibi, bunun modası da hala geçmeyen senaryolarımızdan biri. Sanki biri demiş ki, "anlamadım ya bir daha anlatsana başka kardeş veya yakın arkadaşla, nasıl olmuş?" :D




Bu sezon takip ettiğim 3 dizim var; bunlardan ilki Erkenci Kuş (ki yeni bölümü dündü, Tv'de ailecek izledik), diğeri salı günleri Star Tv'de yayınlanan Ufak Tefek Cinayetler, üçüncüsü de Çarşamba günleri Atv'de yayınlanan Sen Anlat Karadeniz...

(Her hafta izlemeyi unutsam veya başaramasam da, sonraki günlerde kaçırdığım bölümlerini izlemeye uğraşıyorum bu dizilerin...)

Bir de bu sezon, annem izlediği için çoğu zaman eşlik ettiğim ama izlerken sinir olduğum bir dizi var, Kadın. Senaryo gereği, başrol harici olanlardan herkesin haberdar olduğu ama başrolün herşeyden saf dışı bırakıldığı gerçeğini görmek üzücü. Onu da izliyor sayılırım aslında ama başroldeki Özge Özpirinççi'nin oyunculuğu sebepli izliyorum daha çok ve ben orada Sarp'ı değil Arif'i tutuyorum. Hodri meydan, beni bu hale senaristler getirdi! =)

Bunlar haricinde de, netten izlemeye devam ettiğim iki yabancı dizi var, konu her ne kadar Türk dizileri olsa da bunu da ekleyeyim dedim. Biri eski dizilerden 6 sezonluk bir dizi Gossip Girl (şu an 3. sezonun sonlarındayım), bir diğeri de The Big Bang Theory (bu sene 12. sezonu yayınlanıyor ama ben daha 9. sezonun sonlarındayım)... :) 


Bir konu da var ki; toplumsal konulara açıklık getiren dizilerimizin de sonuna kadar arkasındayım, ama mantık çerçevesinde olanlarının! Mesela "Sen Anlat Karadeniz" dizisi, çok derin bir toplumsal konuya değiniyor. Her izlerken; evet, bunlardan bahsedin işte! diyorum. 

Ülke olarak toplumsal konulara ihtiyaç duyduğumuzu ama zaten güven problemi olan bir ülke olduğumuz için, aldatma ve türevlerine dair engin bilgilerinize ihtiyaç duymadığımızı iletmeyi bir borç bilenlerdenim. Unutmadan; Sen Anlat Karadeniz dizisi gibi, toplumsal meselelere değinmek bir sanattır! 

Bu dizi ve türevlerine karşı yorum yapanlara karşı da nacizane fikrim; Görmek istemediğinizi söylediğiniz şiddet içerikli yayınlardan kaçtığınız kadar, absürt fikirlerden kaçın. Ama yaralarımızdan kaçmayın lütfen. Çözümden yana olalım da, esas görmezden gelmememiz gerekenleri es geçmeyelim beraber!


Şimdilik diyeceklerim bu kadar; boğazıma kadar entrikaya doymuş da olsam, bu yazıma burada son vereceğim. Ama sanıyorum devamı da gelir, söyleyecekler bitmiyor çünkü. En azından senaryolarımdan haberdar ederim sizleri ve hangi sahnenin ardından neler oluyor öğrenirsiniz. :) Klasikleştik artık çünkü, Türk Dizi Klasiği diye bir şey var. Ancak yine söylüyorum; istisnalara lafım yok, bir de filmlerimize lafım yok. Kıymeti bilinmeyen filmlerimiz de çok, benim bu konuda söyleyeceklerim de... :)

Beni yorumlarınızdan ve sizin de varsa bu konudaki tespitlerinizden mahrum etmeyin lütfen. Sevgiler... :)

13 Ekim 2018 Cumartesi

Git Kendini Çok Sevdirmeden, Görmüyorsun - #BirKitapBirMüzik


Git Kendini Çok Sevdirmeden - Tuna Kiremitçi


3 gün önce bitirdim bu kitabı, Tuna Kiremitçi'nin okuduğum ikinci kitabı oldu... Merom okumam için getirdiğinde, "Eski kitap bu, biraz dökülüyor sayfaları ama ben okuduğumda sevmiştim." dedi bana.

Kitabı iki günde bitirdim, güzeldi gerçekten. Kısa kitaplar, bazen konu gereği uzasa bile bitiyor elbet ama bazen ne kadar okusan da akmıyor nasılsa. Tuna Kiremitçi bu kısa kitabında başarılı idi bu anlamda. Ama yine de sonunu dahi beğenmezsem üzüleceğimi düşünerek okudum bu kitabı da. Çünkü Tuna Kiremitçi'yi şarkılarından da, bir önceki kitabından da çok sevmiştim ya, düşüncem o aramızdaki yazar-okur bağı da kopmasın düşüncesi işte...

Ama gel gelelim yine de hikaye bittiğinde ben kendimi eksik hissettim, kitabın eksik kalmış bir yanı ve insanı hüzünlü bırakan bir hikayesi vardı. Yarım kalmış hayatlar mı dersiniz, bir işe yarayamadığını hissetmiş insanların sizde bıraktığı etki mi... Bir o kadar da, istediği sevgiyi görememiş ve boşta kalmış kalpleri okumuşum gibi geldi. 

Bir de karakterlerin normal hayatlarını anlatırken ki hüznü vardı. Derin şeyler hissedip, o derinliğin karşılığını alamayan ve kendini hayata bir yandan küsmüş bulan insanlar vardır hani! Kitap bu halin içinde hissettirdi beni, onları hem anladım hem de karmaşıklıklarının içindeymişim gibi hissettim yani...

Hikaye güzeldi, alıntılarım da oldu. Mesela en beğendiğim diyalog şuydu;

“Söyler misin” dedim, “insan nasıl değişir?”
“İnsan değişmez” diye yanıtladı, elindeki taşı evirip çevirerek.
“Hep böyle mi kalacağım?
“Hayır. Bazı şeyler değişecek tabi.”
“Mesela?”
“Büyüyeceksin. Yetişkin olacaksın.”
“Ve değişmeyeceğim, öyle mi?”
“Şu meraklı bakışların, soru sormayı sevmen, düzensizliğin… Bunlar değişmeyecek. Ama kendini tanıyacaksın.”
“Şimdi tanımıyor muyum?”
”Tanıyorsun ama az. Ömrümüz kendimizi öğrenmekle geçer.”
“Ama ben benim işte… Bunu bir daha niye öğreneyim ki?””
“Önlemler almak için.”
“Önlemler mi? Neye Karşı?”
“Kendimize. İnsana kendisi kadar hiçbir şey kötülük yapamaz hayatta.” 

Tuna Kiremitçi'nin kalemini seviyorum yani, bu sefer biraz daha fazla üzmüş olsa da... :)


Görmüyorsun - Tuna Kiremitçi ve Gözde Öney


Sonra bugün de, kitap hakkında bir şeyler yazmayacağımı düşünürken; bu şarkı çıktı karşıma, Gözde Öney ile düetini yayınlamışlar. Tuna Kiremitçi ve Arkadaşlarının düetlerini seviyorum, ikinci albümü de çıkarmışlar işte... Bunu da sevebileceğimi tahmin ediyordum ama kitap gibi hissedeceğimi bilmiyordum. Şu sözden sonra oldu;

Kendini çok sevdirmeden git istersen artık Nasıl olsa bu yüzden ölmüyorsun...


Kitap gibi oldu, bir durgun hüzün aldı beni, kitabın bir parçasıymış gibi hissettim. Sanki Tuna Kiremitçi bu müziği kitap için seslendirmiş gibi! :) Olur mu olur ve eğer öyle bir şey varsa da Tuna Kiremitçi açıklasın lütfen! =)

Bir Tuna Kiremitçi kitabı daha okudum yani, 3-4 gün sonrasında da bu şarkıyı dinledim ve ikisini çok bağdaştırdım. Sözlerini çok manidar buldum ve kitabın hikayesini şarkıya yansıtmışlar sanki, dedim. Dinleyip bunu hissedebilir misiniz bilmem ama biraz eksik kalmış bir insan tadı aldım şarkı sözlerinden de. Eksik kalmış bir aşk hikayesi, eksik bir hayat hikayesi gibi bir şarkı sanki... 

Bu bilgilerle dolu bu yazım da burada dursun istedim sonra. Yine beni okuduğunuz için teşekkürlerimle, sevgiler; yine görüşmek dileğimle... :)

28 Eylül 2018 Cuma

Sabır, Merhamet, Metanet - #didemingozunden


Üç hafta önce, "nasıl sabrederiz?" diye düşündüm ve inanmadığım halde "sabredeceğiz!" diye düşünmüştüm; 


Dedemin ağırlaşan sağlık durumu tablosu için; nasıl yapar ederiz de, sabrederiz böylesine diye düşünmüştüm Antalya'ya gelmeden öncesinde. Dedemin artık iyileşemeyeceğini bilerek, günleri geçirmek çok zor gelmişti. Ama başa gelen çekilirmiş, Allahım dayanabileceğimize kanaat getirmiş dedik ve şükür ki sabrettik.

Varolana sabretmeyi, varolan duruma uyum sağlamaktan da zormuş... En sabredemediğim, içinde bulunmadığım durumları beklerken gösteremediğim sakin hal ve tavırmış meğer; son iki ayda bunu çok iyi anladım ve kendime bazı notlar edindim...

İçinde bulunacağım durumun zorluğuna ve olur mu olmazlarına, daha başlamadan sıkıntılanmamaya çalışacağım!

Sabretmeye kendimi ne kadar alıştırırsam ve "ya yapamazsak!"ı düşüneceğime, ne kadar sabredebileceğime kendimi inandırırsam; daha iyi başa çıkabilirmişim, korkularımla ve kendi oluşturduğum çıkmazlarımla...

Sabır meyvesini kalbimizi sıkıştırarak alabileceğimiz bir şey değilmiş. Sabır, beklediğimiz ve varlığını an'ı geldiğinde umursamayı görev bildiğimiz zaman; müthiş bir kurtarıcımız imiş...


"Bazı İnsanlar Merhametli" diye düşündüm geçtiğimiz hafta;

Yüzeyde bir garip sertlik olan, kiminin içinde öyle bir merhamet var ki! Biz sanıyoruz ki, sert katı ve merhametsizler. Oysa öyle olmadığını, kaybettiği ve kıymetini anlama zamanı geldiğinde anlıyoruz. Yanında isek ne mutlu, ya da içerisinden o güzelliği dışarıya aktartabilirsek ne güzel...

Ama küçüklüğünde acı yaşamış çoğu kişi, merhametini saklıyor gördüğüm kadarıyla. Merhameti öyle derinlere itiyor ki, kimisi varlığını unutuyor; kimisi için de iyi kötü bir etken çıkmasını beklemesi gerekiyor..

Velhasıl; ben merhametini eksik sandığım çoğu sert mizaca sahip insanın, bir sebepten merhametini ve sever yanını unutmayı tercih ettiğini görür oldum. Merhametini gösterirse, yine yara alacak biliyor kendisini; merhametini gösterirse yine esas insan yerine koyulmayacak sanıyor... Nereye bağlayacağım, tabii ki çocukluğa! Çocuklarınıza "çocuk o" demeden davranın, mutluluğunu ve alması gereken sevgiyi umursamadığınız her çocuk; ileride merhametsiz görünmeye ve merhametsiz olmaya hazır bir makineye dönüşüyor çünkü...


Ve bu hafta "Metanetli" olmak ağır geldi;




Dedemi kaybettik 22 Eylül 2018'de, Yıllar Geçerken adlı bloğumda "Dedem..." diye yazısını yazmıştım. Onu özlüyorum şimdi ve her ne kadar kuşak çatışması da yaptıysak sağlığında, şimdi o anları bile arıyorum kendisinin evinde...

Kimi insan değişmiyor, büyüklerimiz özellikle; bazen ağır şekilde çocuk olabiliyor ya da değişmez kabul edilmesi gereken tavırlarda olabiliyorlar. Dedem de böyle biri idi ama kötü bir insan değil, iyi bir insan idi. Huysuzdu, eski kafalı idi belki ama benim ailesine akrabalarına ve tüm sevdiklerine yardımcı olmaya her zaman hazır canım dedemdi...

Annemi ilk defa bu kadar yakın birini kaybetmiş halde gördüm dedemi kaybetmemiz ile... Daha önce anneannemi kaybettiğimizde, günler sonra öğrenmiş ve annemi de o süreçlerin sonrasında görmüştüm. Her türlü fena, ne anne ne de baba kaybının acısı geçmiyormuş; bunu anneannemi kaybettiğimizden sonra annemden biliyorum ama birebir bir kayıp yaşayıp ardına görmek başka imiş...

Annemi 22.09.2018 günü, sabah hastaneden eve geldiklerinde gördüğümde; saat 8 idi. Gözümü açıp uyandığımda saate bakmıştım, dedemden iyi haber beklemiyorduk artık o gece uyurken ama yine de insan garip oluyormuş ölümü beklerken... Herkes hastanede kalmıştı o gece; yengem, kuzenim İncim ve Merom ile ben hariç... O sabah gözümü açtığımda, ilk gördüğüm Merom oldu. Eğer dedem vefat ederse izin alacaktı o sabah, ya daha işe gitme saati gelmediyse diye saate bakmıştım ve saat 8'di! İlk defa bir saate bakıp, bir yakınımın öldüğünü öğrendim. Meryem "Anne" dedi kapıya doğru dönüp; yengemin annesi, ablası ve annem kapıya geldiler. Yattığım yerde gelip beni sırayla öptüler; "Metanetli ol kızım, çok acı çekiyordu biliyorsun!", "Kendi sağlığını da, anneni de düşün yavrum!"...

Ve annem: beni gördüğü gibi suratında, hayatındaki en acı şeyi yemişçesine bir ne hissedeceğini bilemezlikle beraber baktı yüzüme... Sadece elimde yanıma çağırdım ve yatakta uzandığım halimle sarıldı bana. Sarsılarak ağladığında, metanetli olmaya uğraştım. İçim paramparça, dışım metanetli idi. Anladım, bazen hiçbir şekilde metanetli olamadığımızdı...

Beklense de ölüm, kabullenilemiyor maalesef ki! Hiçbir kaçarı yok; bazı anlar metanetin de, kendine hakim olmanın da bir kıymeti yok. Kaybettiğin geri gelmiyor ama ağlamazsan da acı seni yıkıp geçebiliyor... Allahım bir daha kimseye acı çektirmesin dedem gibi. Allahım bir daha beklendik beklenmedik, bizi böyle kayıplarla sınamasın diliyorum! Diliyorum ki, metanete ihtiyaç duymayalım bir daha... Annemi ve tüm sevdiklerimi ağlıyorken görmeyeyim ve yüreğim gideremediğim acılarla çevrelenmesin.

Dedemin ve tüm ölmüşlerimizin ruhu, Cuma gününün yüzü suyu hürmetine huzur bulsun...

6 Eylül 2018 Perşembe

Sma'lılara Kulak Verin! - Didem'in Gözünden


Beni Yıllar Geçerken ve Didemin Gözünden adlı bloğumdan veya diğer hesaplarımdan biliyorsunuz, bilmiyorsanız da söylemeyi borç biliyorum yazımın devamı için; ben 1997 senesinde tanım konulduğu üzere, Müsküler Distrofi yani kas erimesi hastasıyım. Hastalığımın tedavisi yok ama ailemle beraber tedavim bulunsun diye bekliyorum ve hayat kalitemizi olabildiğince artırabilmek için fizik tedavilerimi ihmal etmiyorum... Ama benim ve benim gibilerin aksine, hastalığının ilerlemesi durdurulabilen ve yaşam kalitesi çok iyi duruma getirilebilen kas hastalıklarının tedavileri var; mesela SMA hastalığı, yani Spinal Müsküler Atrofi...

SMA, bir tür kalıtsal norömüsküler (sinir-kası tutan) hastalığa verilen addır. Daha fazlası için buraya bakabilirsiniz...

Kas erimesi hastasıyım dediğimizde, oldum olası çoğunlukla ilk sorulan "Sma de mi?" oluyor. Hayır bizim hastalığımızın adı MD (Müsküler Distrofi) diye geçiyor ve Sma'dan daha az biliniyor. Ama bir o kadar da fazla hastası bulunan bir hastalık MD; en sık görülen ise Duchenne ve Becker tipi... Ben Atrofi değil, Distrofi hastasıyım yani. Aradaki fark da şu; SMA hastalarının rahatsızlıkları sinir sisteminden gelen bir rahatsızlık iken, bizim rahatsızlığımızın ise kas yapısını koruyan maddelerin vücutta üretilemesinden sebep ileri gelmesidir...


Müsküler Distrofi; Oluşumlarında üç belirleyici özelliğe sahip bir grup kas hastalığıdır. Kalıtsaldırlar, ilerleyicidirler ve ayırıcı şekli olan, karakteristik bir zayıflığa neden olurlar.



Güzel bir haber var ki; SMA'nın tedavisi için, FDA onaylı bir ilaç var artık! "O haberi buradan da okuyabilirsiniz..." Ama ilaçlarına ulaşım vatandaşlarımızca kolay değil. Biz Müsküler Distrofi hastaları tedavimiz bulunsun diye beklerken, Tip 2 ve Tip 3'lü Sma'lıların tedavisinin bulunduğu söyleniyor ve onlar da hala beklemekteler. Çünkü ilaçlarını alamıyorlar!


Hastalığımın tanısı konuldu konulalı, yaşam kalitemizi sağlıklı insanlar kadar iyi hale getirecek bir tedavimiz bulunsun diye çok umut ediyorum! Bundan umudumu bir an olsun bile kesmek de istemiyorum. Ama SMA hastalarının şimdi yaşadığı süreçten ötürü aylardır gördüğüm üzere, tedavimiz bulunsa da bu tedaviden yararlanamayacak mıyız? diye de düşünmekteyim. SMA hastası birçok kişiyi görüyor ve tedavilerine ulaşma çabalarına her gün tanık oluyoruz haberlerde1. Bir sosyal devlet, vatandaşının eğitim ve sağlık giderlerini karşılamak durumundadır benim bildiğim ama vatandaşlar da devletimiz de buna bir çare bulamıyor ne yazık ki... Hal böyle olunca, Sma hastalarının kasları erimeye ve yürüyebilen hastalar yürüyemez hale gelip, yürüyebilecek olan birçoğu da hala yürüyemez halde beklerken; "harbiden ne için yaşıyoruz ki biz bir arada?" diye soruyorum kendime...

Kas hastalıkları, gerek SMA gerekse de MD; hızla ilerleyen ve kaybı hızlı, toparlaması yavaş ya da bazen mümkün olamayan da bir hastalık türü. Çok hareket et, şöyle ye, böyle ye, şunu yap, bunu yap; diyebileceğimiz bir hastalık tipi değil. Sporı bırakmamanız ama bunu yormadan yapmanız gerekiyor, yemenize dikkat etmeniz ama bunu abartmadan yapmanız gerekiyor, düzene uymanız ama buna bir o kadar da sabretmeniz gerekiyor, kontrolleri ihmal etmemeniz ama buna ve diğer birçok hayata dair şeye bir o kadar da kafayı takmamanız gerekiyor!

SMA'lıların hastalıklarının tedavileri, yani yaşamayı sürdürebilmeleri için gerekli olan ilaç pahalı; ama devletimiz bir o kadar da bu ilacın parasını karşılayabilir durumda. Şimdiki durumumuzu es geçmeye bile kalksak; bu ilacın iyi geldiğine dair deneyimlenenlerin, en az 6-7 aylık, en fazla bir yıldan da fazla bir geçmişi var. Bu zaman zarfında da, Sma'ya verilen birçok kurbanımız var ne yazık ki...

Sizden ricam, duyurabileceğinize ve önayak olabileceğine inandığınız herkese lütfen iletin; SMA'lılar tedavi olmak istiyor, SMA'lılar yaşamak istiyor! 

Sma'lı değilim, Müsküler Distrofi hastasıyım; ama bir gün benim de tedavimin ilacı bulunsa ve ben tek bir dozunu bile karşılayamayacak durumda olsam, ölüme terk edilmek istemiyorum. 

Devletim yardım etsin, vatandaşlarım sesime ses olsun ve yaşayayım istiyorum. Bir engellinin veya bir hastanın, hastalıkla savaşması sırasında sesini duyuramadığını hissetmesi daha yorucu inanın ki! 

Tüm kas hastalarının adına konuşuyorum ki; bizler iyileşmek istiyoruz, Sma'lıların ilaçları bulunmuş ya, duydum duyalı öyle sevinçli ama bir o kadar da kullanamadıkları için buruğum ki! Ne olur duyun sesimizi, biz Müsküler Distrofi hastaları da tedavimizin bulunması için araştırmalara devam edilsin istiyoruz. 

Zamanında, "Son Çare Kök Hücre" denilmişti. Ne gruplar kuruldu, ne çok konuşuldu bizler için de. Bizim için en umutlu olunan tedavi alanı, Kök Hücre etrafında dönüyor. Ama o tedavilerin araştırmalarına da yeterli kaynak bulunamıyor. Duchenne ve Becker tipi MD'lilerin hastalıklarının ilerlemesini yavaşlatacak bir ilaç var diye biliyorum ama bu konuda net bir bilgim yok. Araştırmalar konusunda da; zar zor bulunan kaynaklar, ilaç firmaları veya bir başkaları tarafından dibe çekilebiliyor... 6 yaşımdan beri bu kök hücreyi bekliyorum, oradan biliyorum! İlk hastalığımın tanısının konulduğundan beri, "kök hücre çalışmaları" yapılıyor ve hep umut vaat ettiği konuşuluyor. En son 9 Eylül Üniversitesi ve Gazi Üniversitesi işbirliği ile araştırmalarda 10'da 9'luk bir başarı sağlandı bile dediler. O yazıyı okumak da isterseniz, o da burada... (şu an için ise, bilinen duyulan başarı elde edilmiş bir araştırma yok.)


Bilgili kişiler ve vatandaşlar, duyun ve duyurun sesimizi; yaşatın bizleri!


Kimse hasta olmasın, hastalıkların çareleri bulunsun ve hasta olmamak için önlemler alınsın. Yaşasın yaşamak isteyen tüm hastalar, kas hastaları ve yaşama sevincini içinde barındıran tüm insanlık! 

Sma'lı kardeşlerim, elimden bu yazıyı yazmak geldi; sesinizi duymaya böyle yardımcı olabilirim, diye düşündüm. Geçen gün "Kanser ismini duyunca korkuyorsunuz, ölüm düşünüyorsunuz değil mi? Ama biz de ölüyoruz ve Sma'lıyız." Diyen birçok kişinin instagram hesabına denk geldim;

Bunlardan biri, bir Sma'lı abla kardeşin hikayesini okuyabileceğiniz, Ayça Şahin. Hesabı aycaash ve ben onları bu paylaşımı ile tanıdım daha geçen gün...

Sma hastalığı ve tedavisi ile ilgili gelişmeleri takip edeceğiniz bir de Sivil Toplum Örgütü var tabi; bunun da adı Sma benimle yürü...

Ses olun diyorum, sesinizi duyurmaya ihtiyacınız olmadan. Ses olalım birbirimize, neden bir arada yaşama gereği duyduğumuzu unutmadan! Sevgilerim ve güzel haberler alabilmek dileklerimle... 

Didem Köse...


29 Ağustos 2018 Çarşamba

Sevmeyi Unutmuşlar Ve Sevgiyi Yayanlar - #didemingozunden


Hayatımızın her alanına yerleşmiş ve de görmezden gelinmesi mümkün olmayan sevmeyi unutanlar topluluğu var. Ben hiç görmezden gelemiyorum; bir gün hepimizin sevgiyi yaymayı kalpten görev edinenler olarak, her şeyi düzeltebileceğimize olan inancımla beraber...


Madde madde size birkaç hoşlanmadığım konudan bahsetmek istiyorum öncelikle; 

Ebeveynlerde gördüğüm en büyük yanlış; çocuğunun kendilerinin istediği gibi olması gerektiğini düşünmeleri ve de onlar adına her konuda karar verme hatasında bulunmaları. 

Ebeveynlere göre bir çocuğu doğurmak veya onu nüfusuna geçirmek, eşyaların yerlerini ve akibetlerini değiştirebildikleri gibi onlara "sahip olmayı" çağrıştırıyor. İlk yaptıkları çocuklarını doğduğu andan itibaren bir birey olduğu gerçeğini unutup; olamadıkları, olmak istedikleri veya oldurmak istedikleri her şeyi üzerine giysi giydirir gibi giydirmek. Böyle ebeveynleri pek fazla görüyorum ve bunu yorumlamam için inanın bana bir anne olmama gerek yok. Bende bir anne ve babanın evladıyım, ben hiçbir şekilde bir mesleğe veya bir şekle büründürülmek istenen bir evlat olmadım. Benim anne ve babamın da yapmış olduğu hatalar vardır elbet, ama bu büyük hataya şükür ki düşmediler...

Ve evet, benim için bir çocuğun anne ve babası veya bir başkası tarafından şekillendirilmesi en büyük hatalardan biridir. Zira hayatta kalabilmek için dünyaya getirilen çocuğun bir birey olduğu bilinci ile yetiştirilmesi gerektiğini düşünürken, ebeveynin görev önceliğinde sevmek ve korumak görevinin geldiğini düşünüyorum!


Sevmeyi unutmuş ebeveynlerin ve aile büyüklerinin haricinde, sevmeyi unuttuğunu düşündüğüm bir kesim daha var ki; onlar da sevilmeyi unutmuşlar, bu unutkanlıkları sebebiyle kendi sevgilerinden başka düşüncelere değer vermeyen kişiler olmaya devam etmeleri geliyor.


Kendi sevgisinin değerini bilip, diğerinin düşüncesine değer vermeyen bu kesim; kendine hak gördüğü üzere, ister doğru olsun isterse de olmasın, "sevmediği halde" seviyorum diyebiliyorlar! Bu benim için en büyük sevmeyi ve de sevilmeyi unutma unsurunda bulunuyorlar... Bir de sevdikleri kişilerin onları sevmesi gerektiğini düşünen zorbalar var ama o ayrı bir konu gibime geliyor. O çok başka bir boyut, zorbalık gibi geliyor o da...

Sevilmenin yalanı olmasın isterdim ama ne yazık ki var. Gerçek anlamda nefretin yalanını ayırabilirsiniz, zira nefretin yalanı olmaz derler ve bence de öyledir. Çünkü nefretin yalanını doğrusunu hissedersiniz. Ama birinin sizi gerçekten sevip sevmediğini hissetmeniz, bazen bir noktada gerçek olamıyor. İyi bir oyuncu karakterinde bulunan kişiler, sizi sevdiğine inandırabiliyor ve hiç size sevgi sözleri söylememişçesine de "türlü bahanelerle çekip gidebiliyor!" Ne yazık ki böyle...

Çok ama çok küçükken, ilk deneyimim olan sevgililikte birine internet üzerinden seni seviyorum yazdım. Yalan atamam. Denemek istedim, sevmek-sevgili olmak-sevildiğini hissetmek nasıldır diye. Ben de sevilmek nedir, karşı cins tarafından bilmiyordum ama arkadaş nedir biliyordum en azından. Sevgili de olsa, sizi arkadaş olarak da sevebilmeli idi; siz de onu arkadaş olarak da sevebilmenizdi doğru olması gereken. Benim aradığım samimiyet ya da samimiyetsizlik, kendime yakıştırdığım o davranış da değildi. Çok çabuk vazgeçtim o hatamdan. Ben yapamam, yalan söyleyemem, dedim ve vazgeçtim. Bir insan olarak sevmek haricinde sevmiyorum seni, diyebildim... Nicesine bu dürüstlüğü diliyorum. Zira; "Bir insanın canını hiçbir gerçek, bir yalan kadar acıtamıyor!" Biliyorum....


Bu yazı çok zamandır bekleyen bir yazı idi, bir aileye üzdükleri evlatları için kızmış da üstteki paragraflar dizisini yazarak açmıştım bu yazıyı; bunu hatırlıyorum ama kim olduğunu hatırlamıyorum...


Demiştim ki, "Sevmeyi Unutmuşlar!" Evlatlarına hayatını çalmaktan daha başka ne kötülük yapabilirler ki? diye düşünmüştüm sonra. Ve evet, sırf bu olmasa da bahanesi; o da sevilmeyi unutmuş ki, bana sevmediği halde yalan söyleyebildi birçok defasında demiştim sonra... Evet, ülkemizde de dünya üzerinde de gençlik dönemlerimizde öyle çetrefelli dönemlerden geçiyoruz ki, kendi kararlarımızca yaşayamazsak o bizim hayat boyu çilemize dönüşüyor. Sonra ortaya mutsuz bir sürü insan çıkıyor ve bir zamanlar yaşamayı unuttuğu kendi varlığını gerçekleştiremeyen o çocuk da, sevmeyi unutuyor...


Gördüğüm gözlemlediğim bu! Hayat, kişinin birey olarak görülmesi ve mutlu olduğu yönde yolunu kendisinin çizmesi gerektiği şeklinde ilerliyor; bunu çok net öğrendim. Meslek seçimi der, ya da kendini ispatladığı hobisi der ve parayı önem sırasında üst sıraya koyar ve esas mutluluğu es geçer kimisi. Oysa mutluluk, bir tomar parayı kazanmanızda değil; o parayı dahi kazanırken gerçekten çaba ve istekle gönülle çalışmanızdadır!

Bu sene yaz döneminde, üniversite seçimlerinde kaç çocuk kendi tercihini değil de, ailesinin uygun gördüğü mesleği seçip geleceğe yönlendirildi acaba? Kaç mutsuz birey daha yetişecek, kaçı ailesinin doğru gözlemiyle yönlendirildi de çalıştıkça sevecek ama kaçı sadece para için mutluluğu heder edilen kesim arasına girecek acaba???

Bunları düşünüyorum ve mutsuz insan ayrımını yapıyorum sonra kendimce bazen; gerek haberleri izledikçe, gerekse de çevremi gözlemledikçe...


Neden biliyor musunuz; hayvanlara sevgi göstermeyen gençleri görüyorum, sevgiyi unutmuşlar diyorum! Kendi suyunu kendi yemeğini, çalışmadan etmeden arayıp bulmak zorunda olan; bizim kendimize göre şekillendirdiğimiz doğada kendine dair bulabileceği tek bir şey bile bırakmamışken, birkaç su kabına tahammülü olmayan insanları görüyorum; "sevmekle beraber insanlıklarını da vicdanlarını da unutmuşlar" diyorum üzülerek...

Çocuklara sevgi saygı ve anlayış göstermeyen, "ulan bir zaman ben de çocuktum," deyip gülemeyen insanların, bir bayram sabahı çocuk parkında oynayan çocuklara silah sıktığını duyuyorum! Sevmekle beraber, insan olmayı da unutmuşlar diyorum!

Sonraa bir zaman geliyor, bir haber alıyorum; yaşlısı, çocuğu, genci, kadını erkeği tanımıyor, sinirine hakim olmayı seçmeden destursuz davranıp insan öldürüyor insanoğlu! Ve bu insanoğlunun yaşadığı yerde, o üstteki paragrafta çocuk parkında vurulan ama akciğerine birkaç santim kala sırt kemiğine saplanan kurşun sebebiyle, suçlular serbest bırakılıyor. İnsanlık bir kez daha ölüyor. Düşünüyorum, meslek seçimi eksikliğinden mi? Harbiden kendisi bile seçmişse de, o savcı hakim "Allah korusun" yakın çevresinde de olsa aynı kararı verebilecek mi? Hayvan insan demeden, bir can yitip gitmeli mi canilerin dışarıda gezmemesi için illa ki? Bunu yapan sizce daha beter üste çıkmadan da durabilir mi???


Sonra bugün haber bültenleri ve internet sayfalarında duyduk gördük ki; internette, haber bültenlerinde ve de birçok kesimde karşı çıkılan bu kararın sonucu, aynı kişinin yeniden gözaltına alınması ve tutuklu olarak yargılanmasına karar verilmesi şeklinde yer aldı! Adalet yerini buldu diye sevinirken bir yandan, bir diğer yandan da hepimiz önceki kararın tekrar tecelli bulması konusunda endişeli bulunmak arasında kaldık sonucunda...

Bu ülkede, nice maganda kurşununa kurban giden çocuk genç yaşlı insanımız; koca veya sevgili şiddetine kurban giden nice kadınımız ve bir anlık sinirini bahane edip öldürülen nice insanımız var ne yazık ki. Adaletin indirimi, geç gelmesi, bir diğer tarafın yaşam hakkına zarar veren bir kararın alınamaması; özellikle çok hassas senelerden geçtiğimiz bu senelerde son bulmalı. Ama öyle ama böyle, adaletin yerini bulduğunu düşündüğümüz bu haberdeki gibi nice davalarda böyle güzel sonuçlar alabilmemiz dileğimle!

Nereye bağlayacağıma gelince; dedim ya sevmeyi unutanlarımız var, bir diğer yandan da bu habere tepkisiz kalmayıp; bir dakika ya, böyle karar olmamalı benim ülkeme ve hukuk sistemime yakışmıyor, haklının yanındayız diyen vatandaşlarımız var! Çok şükür ki, o vatandaşlarımız olarak; sevmek nedir bilmişiz, bilmeyene öğretmişiz ve de öğretmeye devam edecek bir topluluk olarak varız diyebileceğiz! 

Zira sevmek; tanıdık tanımadık kişilere, her canlının yaşam hakkını ve her haklının yanında bulunup hakkını savunmaktan geçer!

Kafamda sorular var ama hepsi korkudan ötürü çıkıyor biraz da; sevginin sadece bir toplumu değil, tüm dünyayı kurtarabileceğine inanırken olanlar ne kadar doğru şekilde ilerliyor acaba? diye düşünüyorum işte, bu anlattıklarımdan sebep geliştiği tarafta... Sevmeyi unutmadıkça, sevildiğini yanımızdaki hayatımızdaki ve çevremizdeki herkese göstermeyi ihmal etmedikçe; hepimiz kazanacağız. Ben buna kalpten inanıyorum dostlar... 


Bayramın ilk günü, çocuk parkında o dehşeti yaşayan kız çocuğumuza ve ailesine de büyük geçmiş olsun dileklerimi sunuyorum kalbimden. Allahım hiçbir çocuğa ve canlıya yaşatmasın, ne öylesini ne de daha beterini! Amin...