2 Aralık 2019 Pazartesi

Kasım'ın Notları - #didemingozunden


Kasım 2019'un notlarıyla, Aralık ayından bir gün aldım da geldim. (Laflarıma bak laflarıma!) 

Kısaca, merhaba demek istiyordum aslında... Hayallere ve de gerçekleştirebildiklerime bakınca, Kasım ayında çok yazamadım bu bloğumda. Gel gelelim aklımdaki birçok fikir konusunda da ben yazmadım aslında. Gerçek anlamda "neden ya?" diye sorguladığım Kasım'a dair 3 konu başlığı kaldı ama aklımda... Aralık'ı yaşamaya başlamadan Kasım'ı gönderelim önce, son notlarını alarak dedim; sakinlikle ve anlamaya çalışarak bir de... :) 


Ötelemek; 



Kasım ayının başı idi, ülkemin bir bölgesinden bir haber yayıldı tüm ülkeye; otizm'li çocukları ve ailelerini, bir okul bahçesinde diğer öğrencilerin velilerinin yuhaladığı haberi... Önce ciddi anlamda inanmak istemiyor insan ama velilerle beraber öğretmenlerin açıklamalarına bakıyorsunuz, iyice elinizde kalıyor konu. Yine hep bahsettiğim konu, "neden layıkıyla işlenmiyor bu farklılıklar konusu benim ülkemde?" Hangi konudan çekinirsen, o tabu o kadar yıkılır başına! Benim küçüklüğümden beri savunduğum durum böyle... 


Bence düşünmeyi reddeden kesimi üstte bahsettiğimiz aileler iyi örnekliyor... Kınamak veya onların yaptığı gibi onları yuhalamak da, başlı başına hata olur. Ama şunu demeden geçemem; görüyorum ki düşünmüyorlar, düşünmedikleri gibi bilmediklerini araştırıp okuyup öğrenmeyi dahi istemiyorlar... Bu konu haber bültenlerinde haber olduğunda, o okulun birkaç öğretmeni ve velilerinin şu açıklamasına denk geldim; "Bizler ailelere de açıklama yaptık, otizmli çocukların akranlarıyla aynı sınıflarda eğitim görmeleri onların eğitiminde olumlu yönde katkı sağlıyor. Fakat buna rağmen bizim çocuklarımızı ve bizi öteliyorlar, arka bahçe kapısını kullanıyoruz çocuklarımızla. Mahallede dahi istemediklerini söylüyorlar ama bizim tek isteğimiz kaynaştırma..." İstemsiz soruyorum, eğitim konusunda kaynaştırmakta yetersiz kaldığımız dönem gelişmişlik göstergesi midir gerileme göstergesi mi? Ben arkadaşlarımdan yana ilkokul ve ortaokulda çok sıkıntı çektim ama hiçbir öğretmenimden bir sıkıntı çektiğimi hatırlamıyorum da...

Ötelenmek diyorum bu duruma, kalıpyargılarına sığınmış insanların öğrenmeyi ve düşünmeyi reddettiği üzere; bilinçli hallerinden kaçma durumları bence! Başka bir şey değil... Bu durum çocukları etkilemiyor mu? İşte böyle bilinçsiz nesilleri yetiştiriyoruz.

Çok az şeyden iğrenirim insana dair! Sapkınlık içeren tavır ve davranışlar, duracağı yeri bilmeyen alaya alma durumları başlıcalarıdır. Bir de kim olursa olsun kendini büyük görüp tanrılık taslar durumda küçük görmek, iğrençliğin de ötesi benim için!

Sakinleşip anlatmaya devam edeyim hislerimi, bunları unutmak istemiyorum da zira. Bana soruyor çoğu yakınım; neden bu konulara çok takılıyorsun diye? Hayatım bunu içeriyor çünkü! Karşılaştığım bazı kişilerin saygısızlığı ve anlamak istemeyişlerini, hayatımın amaçlarından biri kılıyorum; bana verilen bir görev var gibi hissediyorum, anlatmak ve yanlışlığı farkettirmek... "Ah kınamak ve birilerinden kendilerini üstün görmek ne kolay kimine göre!" -Ama o kınanan konumunda olmaksa berbat ötesi bir his aslında... Kendim açısından söylemiyorum sadece, farklılıklar karşısında kaldığında nasıl davranabileceğini öğrenmek ayırdına varmak demek, hayat öğretilerinin en önemlilerinden biri bence. Farklılıklara karşı farkındalığı öğrenerek büyümek, bir çocuğun alabileceği en güzel eğitim bence. 

Bir velinin o haberlerden birinde otizimli bir çocuğu olan veliye "Senin çocuğun ve sen mutlu olacaksın diye, benim çocuğum mutsuz mu olsun ya?" diye sordu, bir diğer veli de "Benim çocuğumun vebalini nasıl ödeyeceksiniz?" dedi. Ne demek benim çocuğumun vebali, ne demek benim çocuğumun mutluluğu? Eğitim hakkını almak ne zaman "bütünün mutluluğunu" etkiledi ki? 

Farkında olmadığınız nice tavır, kimlerin hayatını etkilemiyor ki? Aksaray'dan Bursa'ya benim içimi sızlattı işte mesela, Kasım bitti gitti ama benim hala aklımda. Çünkü kaldıramadığım nokta şu, insanın herhangi bir canlıyı ezmesi mevzu... Bu beni çok rahatsız ediyor. 

- Evet; yazarken birçok kez durmak istedim esasında (bu konuyu yazmamak adına), ama bu durumlar beni rahatsız ediyor ve tek değilim biliyorum da. Bu dille yazmalı mıydım, daha fazla "hoşgörülü ve açık" olabilmeyi hayatınıza aktarmayı daha güzel öğütleyebilirdim yine. Fakat bugün böyle yazmak istedim. Başına gelmeden böyle davranmayacağını iddia edecek çok kişi tanıyorum. İsterim ki, ciddi anlamda başına geldiğinde de düzgün davranabilmeyi düşünsün birileri. Başınıza geldiğinde doğru davranabilmek mühim, bu durumlarda alınan yaralar daha derin ve daha korkutucu oluyor zira...

Yazdığım nokta şu ki; 3 Aralık geliyor yine misal, "hepimiz bir engelli adayız!" diyecek herkes "bir günlüğüne veya bir haftalığına"; sonra yine unutup gidecek bizim varlığımızı, davranışlarında, hayatında ve de sosyal alanda yine göz ardı edecek umursamayacak. Birinin yarası olmayın, birinin acısına tuz atmayın; birinin ilerlemekte zorlandığı yolda, bireyler olarak da zorlayıcı konumda bulunmayın lütfen...


Like'landınız... 


Bir instagram kullanıcısı olarak, iki haftadır ortada dönen "instagram beğenileri kaldırılıyor" haberine de tepkisiz kalamadım tabii ki. İnstagram nasıl bir şeye dönüyor, diye ben de merak ettim önce. Ama hemen sonra beni bu duruma dair yazılanlar kendine çekti sonra... :) 


Bir yanda "sahte beğeni satın alanlara "hadi şimdi ne yapacaksınız?" diye meydan okuyanlar; bir yanda da "bizi nasıl da birbirimizin aynısı yapmıştınız, şimdi çok daha doğru bir karar aldınız." diyenler var. Okudum birçoğunu, bu karmaşaya katılmadım ama mutlu oldum fikirlerini okumaktan da...

İnstagramı en çok sevdiğim blogger ve yazarların paylaşımlarını okumak için kullanıyor ve büyük ölçüde seviyorum doğrusu. Çoğu zaman sıkı bir instagram kullanıcısı olduğumu bile söyleyebiliriz bu alanda. Klasik takip ettiğim hesapların, bir süre paylaşım yapamamaları dahilinde; dönüp eski yazılarını bile okuyorum... Hal böyle olunca, beni beğeniler ilgilendirmiyor gibi bir düşünce ortaya çıkıyor olabilir. Ama tabii ben de yazıyorum okuduğum kadar, kendimce aldığım beğenileri de "birilerinin okuduğuna gördüğüne ve yalnız olmadığıma" dair bir yorum olarak algıladığım sebebiyl önemsiyordum. Önemsiz diyemeyiz ama sayılar ne kadar artarsa o kadar değerli de değil; bir ölçü ve yarış gibi bir durum belirlediğimizde, birbirimize zarar verir hale geldik bir de. 

Verilen kararın gerekçesini bilmiyorum. Fakat artık "kimin beğendiğini göremeyecekmiş bir başkası"; yalnızca hesap sahibi bilecekmiş beğeni sayılarını, sen ve diğerleri beğendi yazacakmış takipçilere de mesela... Birbirleriyle yarış yapanların ve beğeniye göre hesap takip edenlerin vay haline, diyelim. Beni enterese edemedi pek bu açıdan. Ama bir tek bu duruma yorum yapan bir blogger'ın gönderi altı yazısı; "Ah işte bu!" dedirtti. O paylaşımı yapan kişi ise "Pucca" idi. 

"Like sayıları artık görünmüyormuş. Ohhh be bu sayede artık bebemle ilgilenip, vatana milletine anasına hayırlı bir evlat olarak yetiştirebilirim." diyerek başlamış yazısına, aman yanlış anlayanlar olur diye hemen ardına dipnotunu da koymuş sonra. :) O gönderisi altındaki yazısı burada, onu siz de okuyun istiyorum...

Sonrasına gelecek olursak; Hesapların sahiplerinin isteğine göre yazamadığı ve paylaşım yapanın her gönderisinde bir bit yeniği arayan tüm instagram kullanıcılarına, güzel bir ayar vermiş o yazısında. "Like'ladılar diye!" saygısızlıklarını ortaya dökebilmeyi kendine hak gören kişiler çok var instagramda. Gerçek anlamda "hakareti" ve "kendini faydasız şekilde deşarj edebilmeyi" önemli sayan kişiler. Bir zamanlar "biz senin haberini duyurduk ve biz sana yardım ettik" diye başa kakmalarla dolu günlerden sonra, belki bir şeylerin saklanmış olması; bazılarının gerçek yorum yapabilme kapasitelerini de ortaya çıkarır diye düşünüyorum şimdi, haydi dökün daha da gerçek yüzlerinizi... ;)

"Bilmek, her zaman çözüm getirmez." diyordu geçen okuduğum bir kitapta. İnstagramda beğenenleri bilmek zorunda da değiliz aslında bu açıdan bakınca. Ama diğer anlamda "instagramın en büyük özelliği idi beğeni yapma" özelliği de, düşünüyorum da. Şimdi esas anlamda "like'landınız!" diyecekler bize ama kim olduğunu bir beğenilen taraf olarak biz bileceğiz. Az biraz karışık, bir nebze de mantıksız gibi...

Öte yandan aklıma gelen bir diğer mevzu da, "erkeklerin beğendiği kız fotoğraflarını kız arkadaşları göremeyecek mi!?" oldu. Hani şu dizilere bile konu olan, "o oyuncuyu neden beğendin"e varan garip konular. Acep ne olur bilmem işte... İletişimsizliğe bir başka boyut mu olacak yoksa instagram esas sahiplerine mi kavuşacak göreceğiz. Benim için bu süreci izlemek de güzel idi ama en beğendiğim yorumu pucca yaptı, nice onun gibilerin de arkasındayım; beğeni toplumuna kulak astığımızı sananlara da selam olsun o zaman. :)) 

Organ Bağışı Hayat Kurtarır!

Ülkecek bir türlü halledemediğimiz iki sorun var; kök hücre bağışı ve organ bağışı. Bu dönemde hala "Organ Bağışı dinen uygun mudur?" diye sorguluyoruz ama "Organ Bağışı Hayat Kurtarır"ı büyük ölçüde kabullenemiyoruz. Allahın yarattığı bu bedenin organlarını, hiçbir kimse oluşturamıyor ve hayatta iken canından can katabilmek gibi bir olgu dahi es geçilebiliyor. 

Evet, anlıyorum din ciddi bir sorun. Ama diyanetçe de "uygundur" diye yorumlanan ve aksini söylediğini ispat edemediğimiz bu dönemde "hala garip ve asılsız söylemlerde bulunanlar mevcut."

Bu paylaşıma bakın istiyorum, geçen sene kendi ülkesini oğlunu yaşatabilmek için -Almanya'ya giderek- "kısa süreli" terk edebilmeyi göğüsleyebilen ve en zor durumlarda ayakta durabilmeyi başarabilen Müzisyen Anne'nin geçen haftaki paylaşımı. Yerinde mi yerinde... Zira son söylemlerden biri şuymuş o gün isyan ettiği; "Organ bağışı yaptırdığımız zaman, o kişinin günahları da bize geçiyormuş!" Söyleme bakın, dini ve günah kavramını nelere alet ettiler! 

Ben bu duruma rezalet bir durum olarak bakıyorum... Günah olgusu bu kadar basit değil, Allahın kullarına verdiği dini değerlerinin organlarla geçmesini mi kabulleniyorsunuz? Mantık? 

Şimdi günah olgusunu geçtim, ben Allah'ın biz insanlara sunduğu beyin ölümü kavramını bile bu olaya izin dayanağı görmüyorum mu diyorsunuz?? Beyin ölümünde bile vücudun fişi çekiliyor diye katil ilan ediyorlar insanları, ben şahsen organlarım bağışlansın istiyorum diyenin bile ardından "ben izin vermiyorum" diyen yakınlar; Allah muhtaç etmesin yaşar iken hiçbir şekilde organ eksikliği yaşamaya; cümlemizi... 

Dinime şahsen bağlı olduğumu düşünüyorum, fakat okumadan ve dayanak sunmadan yaşamadığı konulara büyük laflar ve büyük dayanakları olanlardan da korkuyorum açıkça. Düşünün size bir evlat emanet edilmiş, ülkenizde organ bağışı hala yasal dayanıklıklara erişememiş; gittiğiniz ve sağlık desteği alıp oğlunuzun hayatını kurtarabildiğiniz ülkede iken, oğlunuzun hayatı için başka şekilde imkan sağlanamadan buraya ülkelerine dönebilmeleri mümkün değil. Hem tedavilerinin gerekliliği için, hem de bir kez daha organ ihtiyacı olduğunda yararlanabilmesi için...

Tüm bunlara rağmen, bir kadını ve içinde bulunduğu durumları yargılamak neden -nasıl- bu kadar kolay? Allah yardımcısı olsun  diyememek dahi neden bu kadar zor? 

Kısaca insaf edemeyen insanlarımızdan korkuyorum. İnsan ihtiyacı olmadığı şeyin ciddiyetine varamıyor ama bir düşünse, ah düşünse ve de araştırıp okusa! Bütün dünya buna inansa, dünya inanıyor da kolayca; ah bizim insanımız da biraz yapıcı olabilse... :)

Bu yazı vesilesi ile bir gün toprak olmayı değil, organlarımın Allahımın bana sunduğu gibi benden sonra da can kan olabilmeye devam etmesini çok isterim. Ve bu dünyada mümkün olamasa, yaratıcımız buna imkan kılmazdı diyebiliyorum. Böyle düşünüyorum, böyle düşüneceğim; şayet olmayacak olsa hiçbir organ başka bir vücutta can bulamazdı! Allaha şükürler olsun diyebilmek güzel. - (Kün Fe Yekûn - Ol der ve olur.)

7 Kasım 2019 Perşembe

Herkes Bir Şey Söyler - Didem'in Gözünden


Epey zaman oldu yine, gözümle görüp söz söylemeden duramadığımı hissettiğim bir durum olmayalı... Esasında oldu da bu dediğim, biraz kendime saklamak ve susmak da istedim. Ama bu durum için susmak istemiyorum.

"Herkes Bir Şey Söyler" diyorum bu sıra, gözlemlediğim üzere de birçoğumuz bu "herkes"e daha fazla takılır olmuşuz şu sıra! Atasözlerimizde güzel örnekleri var bu konunun, önce onlardan başlayalım isterim;


Milletin ağzı torba değil ki büzesin. 

Herkes aklını pazara çıkarmış (mezada vermiş), yine kendi aklını almış (beğenmiş).

Kimse kendi ayıbını bilmez görmez.

Âyînesi iştir kişinin lâfa bakılmaz; Şahsın görünür rütbe-i aklı eserinde.

İki dinle bir söyle.

...

Dahası da var elbette, sizin en bildiklerinizi de yorumlara yazmanızı beklerim...



Düşünsenize, teknolojinin getirdiği bir gereklilikmiş gibi "herkes herkesin hayatında kendini söz sahibi" hisseder hale geldi. En basitinden, bir yerde fotoğraf paylaşacak olsan; "hımm, geçen gün şurada imişsin Gülşeeen" diyor, haber vermedin veyahut nasıl gittin diye hesap sormaya başlıyorlar! Gülşen nereden çıktı ise içimde bir Gülşen'leri savunasım varmış demek ki! Gülşen'leri desteğe davet ediyorum! =) (Not; konunun Gülşen diye biriyle zerre alakası yok tabi!) =)

Demek istediğim şu; teknoloji bizi en yakınlarımız sandıklarımızın karşısında bile bir yerde savunmasız bıraktı, kısıtlar oldu! Bir yerlere giderken ve de herhangi bir şey yaparken, "aman şuradaki fotoğrafımı paylaşmayayım, şu görür de bir şey der!" neticesinde kısıtlamaya başladık kendimizi. Unuttuk herkesin mutlaka bir söz edebileceğini ve bir de esasında söz söylemeye hiç hakları olmadığını...

Şahsen bende böyle bir durum şu yaşımda yoksa da, geçen aylarda çok sık kulağıma çalınan söz öbekleri oldu; "Aman onu yapma şu görmesin, aman onu paylaşma bu bir şey demesin!" cümleleri. => Hayır efendim, ne münasebet! dememiz gerek oysa. Bahsedilen kişiler her yere gidebiliyor gezebiliyor ve fotoğraf paylaşımı yapabiliyor iken, ben de onlara karışamam ki. Ama onlar da bize karışamaz, biz de bu durumlardan rahatsız olmamalıyız artık...

İnterneti kendi amaçları doğrultusunda kullanmak ben kadar başkalarına da iyi geliyor, biliyorum. Benim paylaşımlarımın altında beni rahatlatan duygularımı ifade edebilmemi sağlayabilen yazılarım var. Bana geri dönüşleriyle sohbet edebildiğim ve birbirimizi bilgilendirip destekleyebildiğimiz tanıdıklarım var... Ben interneti yaşama, yaşadıklarıma ve duygularıma dair rahatlama aracı olarak kullanır oldum zamanla. Beni ve benim gibileri görmeyenlere bir görüş sunduğumu düşünüyorum. Yeterince susmuşlara cesaret verebilmeye de pek tabii her birimiz güç verir olduk artık... Ben sosyal medya hesaplarımı, "Görün bakın, ben de geziyorum; hem de nereleri nereleri!" mantığıyla kullanmıyorum ama öyle de kullanabilirim pek tabi; her birimiz başka amaçlarda kullanabilir ve birilerini ciddi anlamda rahatsız etmedikçe de sıkıntı olmamalıdır.



Çok atarlı bir giriş oldu bence, sakinleşiyorum ve anlatıp içimi döküyorum... :)

Ben ortaokul okuduğum yaşlarımdan beri farkettim ki bunu, "Herkes Bir Şey Söylüyor". Ama çok ama az, ağzı olan konuşuyor! Verdiğiniz kararlara, aldığınız tavırlara veyahut kendinizce ertelediğiniz işlere bal gibi karışıyorlar ve buna da haklarıymış gibi davranıyorlar. Ortaokulda iken buna tahammül etmem, birileri bir şey demesin diye her tavrıma dikkat etmem, kendimi hissettiğim gibi yaşamamam gerektiğine inandırmıştım. Hatırladığım, en çok en büyüklerimden çekindiğimdi Onlar izin vermeden konuşamadığımız bir dönem vardı, eksik notumuzu ve hatalı bir davranışımızı dillendirmesinler diye nasıl tedirgin olurduk. Ben çok tedirgin olurdum yani! O yaşlardan beri, söylemek istedikleri dilinde biri olduğum için; bazı yerlere giderken annem, "sana söz verilmedikçe konuşma" diye uyarırdı beni. Niyeti beni konuşturmamak değil, ben konuştuğum için birileri laf edemesin engellemekti; bunu da birkaç seferden sonra anlamıştım! Ama çocuksun, kaç ortama giriyorsun ki; hatayla sesini çıkarıver iyi bir muhabbet sırasında, hemen yerdin azarı. Ardından da konuşulurdun, onunla bununla kıyaslanır dururdun...

O yaşlardan beri en gıcık olduğum konulardan oldu, kıyaslanma mevzusu. Aynı kategoride olamayacağın kişilerle kıyaslanıyor olmak değildi mevzu, en sevdiğim kişilerin bile benden üstünlüğünü konu edip beni aşağı konumda tutmak ve baskılamaya çalışılmaktı. Ben bir sebze iken, neden bir meyve ile kıyaslanayım ki? Veya bir başkası sebze iken niye ben gibi bir meyve ile kıyaslansın... Okullarda da akrabalar arasında da, iyi olduğumuz yetenekler göz ardı edilip sadece genele yayılmaya uğraşılanlardık. Hala bu yapılıyor görüyorum ki, büyüyünce anlıyoruz konunun sadece bizlere ve bizim dönemimize özgü olmadığını. Fakat her yaşta ayrı bir şekilde kıyaslanmanın gereksiz olduğu konusunda kararım değişmedi ne yazık ki...


Sonra Liseye geldim geleli de şunun farkına vardım, bu hayatı ben yaşıyorum... Apayrı bir dönemdi lise, ikilemde kaldığımız anlarda arkadaşlardan yardım destek aldığımız o senelerden bahsediyorum. Nasıl cesaret bilmem, aynı şekilde de onlar bizden tavsiye alırdı... Çoğu kez bir konuda kendi alacağımızdan apayrı bir karar alır ve sonucunda da mutlaka pişman olurduk. Birkaç sene geçene dek farkedemedim, birileri hep fikir verecekmiş ve sen onun neticesinde kendi kararını verecekmişsin meğer! Bu hayatı ben yaşıyorum düşüncesine varabildiğimde, hayatımın kararlarının sadece beni ilgilendirdiğini sonradan farketmiştim... Gece başımı yastığıma koyduğumda, ben ve vicdanımın sesinden başka kimse konuşmuyor. Başkalarının fikirleriyle hareket edip içimde kalan birçok şeyin acısını çekmeye başlar gibi olduğum anlarda, "Orada neden öyle yaptım ki?" diye sorguluyor; "Çünkü bu böyle yapmanı önerdi." cevabını alıyordum çoğu zaman. Bu da tabi canımı sıkıyordu... Kendi kararlarını uygulayamamak öyle büyük bir tutsaklık ki, içindeki keşkeler resmen boğazından yukarıya çıkamıyor. Çıktığı an küçük dilini yaralıyor da çıkıyor sanki!


"Unutma, herkes bir şey söyler; kendi kararlarını almayı ihmal etme, pişmanlıkların senin yaptıklarından ötürü olsun." demişti bir arkadaşım. Allah rahmet eylesin, ömrüm boyunca en çok onun bu öğüdünü unutamayacağım!


O zaman bu zamandan beri, başkalarının sözleriyle ve bir şeyler diyebilecekleriyle ilgili kararlar alıyor muyum peki? - Olabildiğince hayır! Olabildiğince diyorum, çünkü bu yaşıma geldim hala bazı büyüklerimizin çevresine karşı çekincelerinin var olduğunu gördüğümde şaşırıyorum. "Aman Didem!" diyorlar bana, paylaşılmasın istedikleri bazı fotoğraflar olduğunda; "Bizi burada görmesinler, şimdi derler ki bak oralara gezmeye gitti de bize haber vermedi!"

Bir dakika! Hani siz bize, "kendine güven ve doğru bildiğine emin isen başkaları ne der umursama!"yı öğretmiştiniz bu zamana kadar? Hani kendiniz niye uygulayamıyorsunuz? İnsan soruyor ve sorguluyor vallahi...


2010-2012 seneleri geliyor aklıma sonra, annemin benimle üniversite okumam için Balıkesir/Sındırgı'ya yanımda gelmesini konuştular, babamın bizi bir başımıza oraya bırakıp nasıl gelebildiğini... "Ne gerek vardı da oralara gidiyordu annem benimle? , Bir sonraki seneye sınava girseydim de, ilimizdeki ilçemizdeki üniversitelerden birine gitseydim?" Bakınız bunu söyleyen kişilerin evlatları, uzak yerler tutmuş dahi olsa "bir sene büyük kayıp, tekrar girmesin sınava, yerleşmişken uzakta da olsa okusun işte!" dedikleri evlatları olan kişiler. Onların evlatları için göğüs gerdikleri, benim annemin evladı olan ben için gereksiz görünmüştü! Nasıl ağır bir düşünce ve nasıl üzücü bir durum, düşünsenize... Biliyorum ki, her birinin bilinçaltında engel durumum sebebiyle benim için gerekli olmadığı fikri yerleşik halde idi!

İşte bu durumlarda da, "Herkes Bir Şey Söyler, aman Didem takma!" demem lazımdı ama ben tutamadım kendimi, doğrusu bu duruma çok fazla üzüldüm... Neden bizim için ince düşünemiyor insanlar, "O onun evladı, evladı için bir şeyler yapmak onun zoruna gitmiyor da biz mi laf edeceğiz! diyemiyor?" diye düşündüm... O zamanda laf edildi, bu zamanda da başka konularda laf ediliyor aslında. Ama benim kalbimde sızısı kalan, o zamandan olmuş demek ki. Yani herkes söyleyeceğini söylemeye devam ediyor yine de...

Şimdi düşünüyor ve görebiliyorum gerçeğimi; kafaya takmamın sebebi, en büyük hayalimi gerçekleştirirken bile anlaşılamıyor oluşum idi. Çünkü üniversite okumak benim en büyük hayallerimden biri idi, en önemlilerinden... Bunu bilen insanların laf söz etmesi beni çok kırdı ve çok incitti, o yaştaki Didem'i de anlıyorum yine işte. Bu yaşıma geldim ve hala anlaşılamıyor olmak incitiyor beni... Ama "Herkes Bir Şey Söyler"i kabullendim zamanla, bu yönden bir savunma mekanizmam da var artık yani! :)

Enerji emen insanların söylediklerine hala tahammül edemiyor olsak da kabullenmek gerekiyor kısaca. Varlığa da yokluğa da edecekleri sözler olacak, internet üzerinden de gerçek hayatta da karışmadıkları noktalar değişmeyi tercih etmedikleri sürece var olmaya devam edecek...



Bana sana bize söyleyebileceğim tek şey, 
"herkes bir şey söyler, yoluna devam et." olacak... 

Bir blog sayfası açtım, sene 2012. Üstüne desteklemesi için de bir instagram sayfası açtım, kendimi anlatmak ve bu konuda rahatlamak istiyorum diye bilerek; sene 2013... O gün bugündür içinde bulunduğum durumları ve hissiyatlarımı anlatmak, kendimi kendime anlatmak da olmaya başladı. Sonra bir de gerçek hayatın içinde gerçekleştiremediğim sosyalliğimi tamamlar oldu. Yani şu zamanlarda yapabildiğim en gerçek olgulardan biri bu, kendimi ve gözlemlediklerimi anlatmaya devam edebilmek...

Ama hala "birileri bir şey söyler" diye, paylaşmamamı ve yazmamamı istemedikleri konular oluyor çevremin benden. "Neden paylaştın, neden yazdın" diyorlar bana, ben de onlara artık yeniden ve daha fazla "Neden paylaşmayacağım?" diyebiliyorum neyse ki. Cevaplarının ardından savunmalarım daha fazla yine şu an. Söylemeye çekiniyordum belki daha önce, üzmemek ve gözardı edebilmek adına "Ama sizin çekindikleriniz böyle, onlar ben ne yaparsam ya da yapmazsam da konuşmaya devam edecekler" diyorum neyse ki. Bunu kabullenince bir güzel rahatlıyor ki insan... :)

Son bir konu daha var aklımda, sosyal medyadaki akbabalar... Benim çok akbabam yok ama nadir de olsa bazen bana da yıldırıcı yorumlar yapanlar oluyor. Hani şu ne yazar ne paylaşırsanız mutlaka bir kötü yanını görenlerden bahsediyorum. Açığınızı arayanlardan yani... Onlar da kendilerini böyle gerçekleştirebildiklerine inanan, sizin açığınızı bulduğunda rahat eden kesim bana kalırsa. Yoksa bir insanı fotoğrafından gördüğünüz kadarıyla, fiziksel eksikliği veya fazlalığını görüp söylemek kime fayda sağlar? İnternet ortamında gördüğü bildiği kadarıyla, onu yargılamak ve "sen de böylesin zaten, nefret ediyorum senden!" diye bildirmenin o kişiye faydası ne olabilir ki?

Bu konuyu konuşmuş muyduk hatırlamıyorum, ama bu da apayrı bir konu bence. Kısacası "kişi kendinden bilir işi, kişi ne ekerse onu biçer ve herkes kendi kalbinin ekmeğini yer" sözlerini ekleyerek noktalayalım bu yazımı... Kalbimiz sakin ve kendine odaklı, dillerimizin de kemiği olsun dileyerek; bir dahaki yazımda görüşene dek sevgimle kalın. Herkesin söylediği kendine olsun, bu hepimize en yerinde duamdır. Herkes kendinden yola çıkıp odaklansa hayata, herkesten önce kendimizi eleştirebilsek bu hayatta, dünya daha hoş ve mutluluk kokan bir yer olabilir kanımca... :)

Sevgilerimle... (: 
D.K.

20 Ekim 2019 Pazar

Ekim Yağmurları, La Mome - Bir Kitap, Bir Film


Biraz aradan sonra yine merhaba. Didem'in Gözünden bir kitap ve bir filmin notları ile geldim bu sefer, yaklaşık bir ay sonra... :)

Hiçbir şekilde kasti verilmiş bir ara değildiyse de yine; net şekilde bir kitap bitirememiş, şu günlere kadar pek film izlememiş olmamı ve de diğer alanlarda kendi gözlemlerimi yine kendime saklamak istemiş olmamı yokluğuma sebep gösterebiliriz de aynı zamanda. Neyse, geç olsun da güç olmasın diye umdum da geldim yani sonunda. İyi okumalar dilerim yeniden.. (:


Ekim Yağmurları - Serdar Özkan

Kitapların bazen insanları çağırdıkları olurmuş, buna ben de çok uzun zaman öncesinde inanmazdım ama şimdilerde biliyorum ki bu bir gerçek... İlk defa 2015'de okuduğum bu kitapla böyle bir bağ kurmuş olduğumuza inanıyorum ki, epey garip bir şekilde bu ay başından beri beni çağırıyordu; hissettim...


Ekim ayının ilk haftası, yine durdukları yerde eskiyeceklerine iki rafta bulunan kitaplarımı ayıklama düşüncelerine girdiğimde; Ekim Yağmurları, kitaplığımdan ayırmak istemediğim kitaplarım arasında idi yine... Üst rafta, soldan üçüncü sırada idi, bir süre bakıştık kendisiyle de... :)

Neyse, hangilerini kitaplığımdan çıkartacağımı, hangilerini orada tutmaya devam edeceğimi düşünürken, aklımda tek bir kitap diri kaldı ve kendini daha çok unutturmadı; öyle hissettim işte.. O kitap beni kendine çağırdı, başta gitmedim ama neden çağırdığını da üç gündür biliyorum artık!

Kitabı üç gün öncesinde elime aldım ve dün bitirdim... Huzursuzluğum yok oldu önce, dün gece birkaç haftanın ardından huzursuz olmadan bir gece geçirdim ve daha rahat uyudum yine. Unutmaya yüz tuttuğum şeyleri hatırlattı kitap bana sonra; korkularımı, endişelerimi ve tatminsiz hallerimi umursamamam gerektirdiğini hatırlattı... 

Sayfa 8-9; "Mutsuzluğun yüzde doksan dokuzunun, beklentilerimizin gerçekleşmemesi olduğunu düşünürüm hep." (Bu benim 2-3 haftadır yine düşünüp kendimi yediğim bir mevzuu idi.)

Çok şeyi çözümlemek istediğim ama çözümleyemediğim bir süreçten geçiyormuş gibi hissettiğim zaman diliminde, bu kitabın beni çağırmış olması yeterince manidar değil mi? diye düşündüm sonra. Ne diyordu kitapta;

O yüzden artık her şeyi çözmek istemiyorum ben. Hayat benden güçlü, onu çözemem, çözsem de, onun üstesinden gelemem. Ama onun gücüne, yüceliğine, güzelliğine bakıp tat alabilirim belki. Onu anlayamam, ama hissedebilirim. Anlayamadığın bir sevgiliye dokunmak gibi… (Sayfa 24)


Ben bir türlü ortaokuldan beri fabl seven okuyabilen biri olamadım, hep öğretmenlerimle bu tarz kalın hikaye kitapları konusunda tartışıp dururduk o zamanlar. Ama bu kitap başka geldi bana! Güllerin Tanrı'yı arayışı ve içlerindeki değerleri sorgulayışlarında, kendi sorguladıklarımı buldurdular. En çok da bu okuduğumda... Hepimiz mutluluğu arıyoruz hiç şüphesiz, oldurmak istediklerimizin temelinde hep bir mutluluk arayışımız var. Kitap da diyor ki, Tanrı'nın vasıflarında kötülüğe dair bir şey yok. İkiliği oluşturan biz insan oğluyuz, kaybettiğimiz bir vasıfla beraber onu "mutsuzluk" diye adlandırıyoruz. İlk zıt durumda içimizde Tanrı'nın ışığını taşıdığımızı unutuyoruz, her birimiz onun parçasıyız ama biz zıtlıklarımızla ondan ayrılıp bir "ben" elde ediyoruz. Kötülüğü hissettiğinde, geri kalbine dön; Tanrı'nın evine. Güller bunu öneriyor işte... :)


Kitabı daha fazla anlatmayacağım elbette, sadece üstteki iki alıntıyla veda edeceğim bu konuya. Ama ötesi var kitapta; ilginizi çekti ise, okumanızı tavsiye ediyorum elbette... (: 

Ben olduramadıklarımıza kafa yorar, durup durulamadığını hissettiğim ve doyuramadığım benliğimle uğraşır iken "korkularıma, endişelerime ve zıtlıklarıma" çok fazla odaklanmışım! Korku, endişe, sinir ve tahammülsüzlük "Egomuzun işi" diyorlar... Ben sadece gerçekten toparlamak ve toparlanmak istedim ve bu sefer her zamankinden çok olacağına dair beklentiye girdim.. Artık sabredemediğimi, koşullar değişirse daha iyi olabileceğimizi düşündüm; ben değil, bizdim. Ama beklentimle unuttuğum başka şeyler olduğunu göremedim sonrasında...

İçimdeki değeri, içimden yeniden sabırla diriltemeyeceğimi düşünmüştüm. Gerçekleştirmek ve oldurmak istediklerim bir daha gelmezse diye düşündüm sanırım. Gerçek ve kalıcı olanın içimizde olduğunu, mutluluğu her defasında yeniden bulabileceğimi bir kez daha unutuyordum az kaldı yani...

Ama şimdi, zamanını beklemem ve keyif almayı sürdürmem gerektiği konusunda daha netim! Hayat benden daha güçlü diye değil, ben de güçsüz değilim diye... Koşullar, beklentiler ve umutlar, her birinde Allaha yönelmeyi ihmal etmediğimi düşünüyorum kendimce. Ama unuttuğum, olduramadığım halde sürdürmeye uğraştığım güç savaşımda beni bitirmeye uğraşabilecek negatifler olabilirmiş; kalbimden güç almayı hep sürdürmeliymişim... Öyleymiş yani, tam zamanında beni çağıran kitabım ile anladım bunu. Hayatıma bir kez daha teşekkür ederim. :)


“Değerli bir şeyi bulmak, elde etmek için dört tane önemli silah vardır. İstemek, inanmak, sabır ve vazgeçmemek… Bu dördünü yaparsak, her şey olur. En imkansız şeyler bile olur. Ama bizim istediğimiz zamanda değil, Tanrı’nın istediği zamanda. Ama mutlaka olur.” (Sayfa 166)


La Mome (2007) - Kaldırım Serçesi


Bu hafta başında izledim, La Mome adlı filmi... Salı günüydü, sabah Edith Piaf dinlemek isteyerek uyandım önce. Kahvaltı sofrasında en çok hangi şarkısını dinlemek istediğimi düşündüm durdum, "L'hymne à l'amour"da karar kıldım sonra. Öğlen vakti de kararımı verdim, epeydir izlemeyi ertelediğim Edith Piaf'ın hayatını anlatan filmini o gün izleyecektim. Bu görevimi de akşam vaktine bıraktım...

Filmin ne ödüllü olduğunu biliyordum, ne de uzun zamandan sonra bir oyuncunun oyunculuğundan bu kadar etkilenebileceğimi bekliyordum izlemeden önce. Filmin başrol oyuncusu Marion Cotillard, o anlatılan videolardan görülen mimiklerinden ve anlatılan tavırlarına kadar tamamiyle "Edith Piaf'tı". Bir otobiyografi filmini izlerken, bizzat anlatılan kişinin kendi tüm hallerini oynamış gibi hissetmekten rahatsızlık duyardım normalde; ama bu sefer, ilk defa bizzat kendisi gibi düşünüp rahatsız olmadığımı gördüm. Bu büyük başarı ki, oldukça fazla bir ödül almış film, oyuncu kadrosuyla ve daha birçok alanda zaten...

Hayat hikayesini birçok kez okuduğum birinin filmini izlemek beni bu kadar etkilemezdi ama bu film de o gün beni çağırdı belki. Şarkılarının birçoğunun hikayesini dinlemek bir yana, başına gelmiş olan zorluklarla başa çıkış biçimlerini izlemek de bir başka mutluluk verdi... Açıkça söylemem gerekir ki, filmde veya hayat içinde kabul edemediğim bir durum ihanetse de; Edith Piaf'ın hayat hikayesinde bu konuda sınanmış olmasına içerledim de. Sonucunda hayatında tek gerçek anlamda sevdiği adamı bir uçak kazasında kaybetmiş olmasına daha da üzüldüm...

Edith Piaf, hastalıklarla ve ailesinden yana şanssızlıklarıyla dolu bir hayat geçirmiş; ben tek şanssızlığı sevdiği adamlar diye biliyordum oysa. Şartları ve koşulları değişik olmuş olsa nasıl olurdu acaba hayatı? diye de düşündürdü. Eski ses sanatçılarından sesini gerçek anlamda çok sevdiğim kişilerden biri çünkü... Frida Kahlo'nun hayat hikayesini anlatan film de var sırada, ama onu da izlemeyi şimdilik reddediyorum; bir diğer hayat hikayesini okuyup da filmini izlemeyi reddettiğim kişi de kendisi...  :) Edith Piaf'tan Frida'ya geçmem şundandır ki, yaşadıkları sıkıntılar tam değilse de şanssızlıkları benzer geliyor bana...


La Mome filminde başta hata olarak gördüğüm karışık düzende bir anlatım hakimdiyse de, izledikçe fazlasıyla normal bulmaya başladığım bir yan oldu bu da... Çalkantılı bir hayatı anlatırken daha düzenli bir anlatım belki çok normal olurdu. Belki de bu film bir tek bu karmaşık anlatımla böyle güzel olabilirmiş diyorum. Sonra bir diğer nokta da, bir oyuncunun o şarkıları kendisinin söylediğine inandırabilmesi ki, bir ses sanatçısının hayat hikayesini anlatırken aksini bulmak üzücü olurdu... Tek eksi yan olarak gördüğüm de, bu kadar ayrıntıya rağmen yine de merakımı cezbeden eksik birkaç olay örgüsü var. Ama başka eksik yan bulamıyorum bile! 

Bu konuya da son verirken, tabii ki filmden en sevdiğim sahneden bahsetmeliyim; filmin sonlarına doğru röportaj sahnesi (aşağıdaki video), herkes kadar benim de en sevdiğim yer olmuş. 

Filmi bitirdikten sonra yorumlara baktım; başrol oyuncusunun oyunculuğu az kaldı filmin ötesine geçecekmiş diyen de var, anlatımı karışık bulan da. Ama herkesin ortak noktası, başarılı ve akılda kalacak olan en iyi biyografik filmlerden olduğu... Genç yaşlı herkese öğüt veren o röportaj, benim için en can alıcı noktası idi ki; sevdiğiniz ses sanatçısının canlanıp gelmiş, size öğüt veriyormuş gibi hissetmeniz her filmde rastlayabileceğiniz bir durum da değildir...

Film boyu gerçekten, "ben başaracağım" diye çabalayan ve kendini yaşatılanlar uğruna kimseye "eyvallah" etmeyen bir kadın mıymış acaba diye sorguladım durdum bir de. Filmin böyle bir hissiyatı aktarabilmiş ve sorgulatıyor olması ne hoş değil mi? :)


Bir kitap bir film yazımı bitirirken; o röportaj sahnesinin Youtube'daki halini paylaşmak istedim. Bir kullanıcı paylaşmış, İngilizce altyazılı ama az biraz aşina olamazsanız bile o oyunculuğu izlemenizi isterim... 

Bu sıra çok fazla beni bir şeylerin çağırdığına ve bu gibi durumların garip hallerine aşina olmuş haldeyim işte. Başta biraz korkutuyordu ama düzen biraz da böyle gidecek belli ki diyorum şimdi. Sağlık olsun, aklımız kalbimiz yerinde dursun; inşallah yine daha çok böyle yazılar yazabileyim diliyorum... 

Verdiğim arayı en kısa zamanda burada da telafi edebilmeyi umarak, sevgilerimle ve yine görüşmek üzere... :)

21 Eylül 2019 Cumartesi

Demir Kadın, Neslican Tay - #didemingozunden


"O mücadeleyi kaybetmedi kazandı diye bakabilmemize sebep olan, onun tüm aksiliklerle başa çıkabilmek için vazgeçmeden devam etmeyi seçmesi idi. Neslican bakış açısıyla milyonlara umut oldu... Rahat uyu Neslican, seni çok sevdim ve bir ömür gülümsemeni unutmayacağım! #NeslicanTay"

Üstteki twiti dün gece uyumadan önce yazmıştım. Üzüntümü bir nebze olsun azaltabilmiş ve aslında "mücadelesinin daha da güzel" olduğunu kavramıştım iyiden iyiye... Sonra uyumadan önce bu yazımı da yazmaya karar verdim, o güzel gülüşünü unutmayacağım diyorum ama; insanoğlu olarak hayatta kalan her birimiz birçok şeyi unutuyoruz da, mücadelesinin ciddiyetini unutmayalım ve unutmayayım istiyorum ciddi anlamda...


Canım Neslican, ben onu 3-4 sene kadar önce İnstagram'dan tanımıştım. Duru ile aynı zamanlı tanımıştım diye hatırlıyorum. Duru'yu da kendi gözümden yazmıştım zamanında ama annesinin acısını gözler önüne daha fazla sermek haddim değil gibi gelmiştiyse de o sıra... O yazımı da burada bulabilirsiniz... Duru da Neslican da benim hayat boyu unutamayacağım savaşçı kızlar olarak kalbimde olacaklar ama...


Neslican 3 kere kanseri yendi, Akciğer kanserinden onlarca acı çekmesi yetmezken; yılmadan bu dünyada değiştirmemiz gereken bakış açılarımızın olduğunu söylemek gibi bir mücadeleyi de mücadelesine ekledi... Onun gülüşünü gördüm ben, yaşam azmini ve yaşama dair sevgisini ve olgunluğunu. Ama onun paylaştıkları gerçekliklerin altında, bu dünyada hiçbir geçerliliği olmayacak durumlara takılanların yazdığı kötü yorumları da gördüğümüz oldu. O kötü yorumlar örnek olarak şunları içeriyordu; "çok da güzel değilsin." , "Zaten saçların yok işte peruk takmana ne gerek var!" , "Senin acın da bir şey mi!", "Neden zayıfladın sen?", "Kilo alsana biraz" ve daha nicesi... O daha nicesi ile uğraştı biliyorum; onun demir bacağının görünür halde olması bile birilerine battı, şort giyiyor diye de laf söz ettiler. O ne yaptı? Kendine garip bakanları alaya aldı. Garip olmadığını göstermek, gerçekliğini gözler önüne sermekten çekinmesi gereken bir durum olmadığını belirtmek için hep somut savaşlar verdi...

Dünya üzerinde çoğu insan, teknolojinin de arttırdığı bir etkiyle "güzellik algısının" kusursuzluk olduğunu sanıp duruyor. Tek derdimiz buymuş, tek derdimiz bu olmalıymış ve aslında bizim yanımızdan geçmeden hiçbir derdi öğrenemezmişiz gibi davranıyor... Hastalıklar var, engeller var, başımızaa gelmesine gerek duymadan dikkat etmemiz gereken hassas durumlar var! Birine "sen çirkinsin" diyebilmek o kadar normalleşti, birine "sen zaten hastasın, o makyajın ne gereği var!" demek herkesin öyle haddi olmaya başladı ki; insanlıktan korkar ve bir bakıma da yılar olduk zamanla. Herkes herkesin ne olabileceğini görmüşçesine birbirinden kaçar hale geldi... Sanki insanlık garip bir virüsün etkisi altında! O virüsle anlamsız davrananlara karşı bir savaş veriyoruz kimimiz, değişmesi ve gelişmesi gerektiklerine dair...


Neslican, mücadelesine öyle güzel sahip çıktı ki; kim ağır bir kanser geçirirken, "Hayır, sen beni yenemeyeceksin çünkü benim hayallerim var" diyebiliyor bu zamanda. Misal ne kadar zaman dilimi boyunca diyebiliyoruz bunu, hayatımızdaki yolunda gitmeyen diğer durumlara karşı da? Hiç pes etmeyen nicesi gibi Neslican da vazgeçmeyi bir an olsun düşünmedi. Bir kanser hastasının haberini aldıktan sonra onkoloji koridorunda şunları yazmış; "Kardeşim yaşında bir arkadaşımın vefat haberini aldım onkoloji koridorunda. Herkes dayanamadı, gücü yetmedi bilmem ne. Sanki kanserin ne olduğundan, çektiği acıdan haberleri varmış gibi. Mücadelesi çok güzeldi, diyeceksiniz dayanamadı değil! Güzel uyu Taner'im, mücadelen çok güzeldi."


Neslican'ın hayattan göçüp gittiği haberini aldığımda ölümle karşılaştığımın şokuna değil, daha çok hayali olduğuna ve çektiği acıların bedelini bu dünyadan alamayacağına üzüldüm önce. Bir de tanışamadığımıza... Önümüzdeki birkaç yıl içinde diyordum, ben o kızla tanışmak istiyorum. "Sağlığım biraz daha el versin, yanına gitmek istiyorum" diyordum. Öyle çok sevmiştim Neslican'ı işte. Gülüşünü, bakış açısını, benim ve bizim gibi düşünürken kimseyi kırmadan aslolan doğruları açıklayış tarzını... O kanserin varlığına daha fazla kapılmadan üniversite sınavına girdi, bir üniversite öğrencisi idi Neslican biliyor musunuz? Herkese mücadele nedir öğrettiği için, biz kaybettik diyemiyorum. Biz onun gibi olgun birini tanıyarak kazandık diyorum.

Bu dünyada gerçek savaşanları tanımayı hikayelerini öğrenmeyi seviyorum... Çok azımız "Belki kaybedeceğim ama savaşırken kaybedeceğim!" diyebiliyor, Neslican onlardan biriydi. Bu cümleleri bizzat kendisi söyledi. Benim kendi içimde anlamlandırdığım, bu hayat tamam böyle ama yine de seviyorum dediğime o daha da fazlasını ekledi. Benim bazen "acaba" deyip oturup ağladığımda, onun vazgeçmediğini görmekten beslendim. Vazgeçmek aklımın ucunda daha da çok yok artık, "acaba"larımı sildi ve bunu benim gibi "yaşamak istiyor" oluşu ile yaptı. Az biraz adaletsizlik gibi geliyor, onca kötülüğün olduğu bu dünyada mücadele edenlerin daha erken göçüyor oluşu bazen. Ama ölüm var bu dünyada, iyisine kötüsüne zamanlı veya zamansız; biliyoruz şükür ki... Dünden beri "Mücadelen çok güzeldi, azmin takdire şayandı, sen çok seviyordun burayı ve ben de seni çok seviyordum seviyorum Neslican. Güzel gülüşünü ve yaşama sevincini unutmayacağım. Güzel uyu Neslican'ım." diyorum... Bunlar dualarla anmama ve şimdi daha güzel yerlerde olduğuna inanmama sebep oluyor...


Ben istiyorum ki, Neslican herkese örnek olmaya devam etsin. 21 yaşınıza kadar bu hayata ne katıp da bu dünyadan göçebilirdiniz, işte onun mücadelesi öyle güzel öğretiler içeriyordu. Hayat bu, karşımıza hep kötü gidişatlara sebep olacak durumlar çıkacak, vazgeçmeden devam edebilmeyi ve güzel anılmayı başarabilelim dilerim ki. Her şeye rağmen bu hayatı sevmeyi bilelim! 


"Gençken her şey sonsuzmuş gibi gelir. Çok zaman varmış gibi, her zaman sağlıklı olacakmışsınız gibi. Ama gerçek bu değil. O yüzden ertelemeyin ve kıymetini bilmek için kaybetmeyi beklemeyin." Neslican Tay (1998-2019)


Neslican'ın şu sözlerindeki öğütleri dikkate alalım, onu hep güzel analım. Umalım ki yerine rahat ulaşsın, Allahım rahmet eylesin ve sevenlerine sabır versin... O Demir Kadın dedi kendisine, Demir Kadın şimdi yine emin ellerde. Oralarda gülümsemesine devam etsin... 

31 Ağustos 2019 Cumartesi

Üç Kız Kardeş, Lion, Işıl Işık - #11 - #didemingozunden


Bir Kitap, Bir Film ve Bir Youtuber ile, bir Didem'in Gözünden yazımla daha merhaba... Üşenmedim saydım, geçen sene Ağustos ayında başladığım; içinde kitap film video veya müzik incelediğim yazılarımda, 11. yazıma erişmişim! :) Hayırlı uğurlu olsun o zaman...

Didem'in Gözünden adlı bloğuma yaklaşık iki ay olmak üzere, yazmaya ara vereli ama bu sıra dönüyorum yine işte; Bir kitap, bir film, bir de yeni keşfettiğim bir Youtuber ile. Son iki aydan derleyip seçtiğim üç konum ile huzurunuzdayım. İyi okumalar dilerim... (:


Üç Kız Kardeş... - Bir Kitap


İkincisinin 9-10 gün sonra çıkacağını öğrendiğim bu kitap - Üç Kız Kardeş - İclal Aydın'ın ilk okuduğum kitabı oldu geçen ay. O kadar sade, o kadar samimi ve o kadar da eğlenceli yazmış ki İclal Aydın; "Ah be Didem! Neden daha önce okumadın acep?" dedim kendi kendime sonrasında... :) Şimdi de Didem'in Gözünden'e konu ediyorum, çünkü en çok buraya yakışacak.

Ne kısacık yazıp bitirmek istiyorum, ne de uzun uzadıya yazıp kitabı anlatmak aslında. Ama İclal Aydın yıllar yılı şiiirleriyle ve programlarıyla sevdiğim, benim için kalitesi bozulmayan nadir yazar ve şair kadınlarımızdan biri! Örnek vermeyeceğim ama küçükken çok sevip de, ben büyüdüğümde 180 derece "duruşu, kalitesi, şairliği ve de çıkarları için taraf değiştiren" birkaç şairimiz gibi değil. İclal Aydın hep bizden olmaya devam ediyor ya, dilerim bozulmasın ve yolu hep açık olsun...

Üç Kız Kardeş'i yengeme geçen sene doğum günü hediyesi olarak almıştım, ama gel gelelim bana da okumak kısmet oldu. Hatice yengem de ben de çok sevdik ve o hikayeyi çok benimsedik... Kitap Türkan, Dönüş ve Derya adlı üç kız kardeşin hayatını anlatıyor. Dönüş'ün kaleminden okuyoruz biz başta ama zamanla hikayelerin bilinmeyen yönleri her bir karakterden öğreniliyor. Hikaye basta sarmaz diye korkulsa da, sarıyor ve sarmalıyor yani...


1000kitap.com hesabımda, bu kitaba dair yorumuma kitaptan şu alıntıyı paylaşarak başlamıştım; 

İnsanı, içine akan kanı öldürüyor. Dışarı akan o kanı gören varsa anlıyor halinden. Ağlıyorsan, inliyorsan şanslısın demek ki, elinden tutan, yarana derman olan mutlaka bir yerden çıkıyor karşına. Unutuldum sandığında bile asla unutmuyor seni bu dünyaya yollayan. Bir parçanı alıyorsa iki parça veriyor sonunda. Her ilaç bir parça zehirden oluşuyor. Bu yüzden içindeki acının dışarı çıkanı bir başkası için derman oluyor. (313. Sayfa)

Üstteki fotoğrafta da görüldüğü üzere yani. Kitap bu alıntı etrafında sarıp sarmalıyor bence. Uzun zaman olmuş meğer, aile dramasını bu kadar naif ve içten okumayalı ben. Hikayeyi çok sevdim ve de biraz etkilendim. Pişmanlıklar, yarım kalmışlıklar; hayatımızı aslında nasıl etkiliyor. İçimize bir yaramızın akan kanı öldürüyor hepimizi. Aileye ve de aile bireylerimizden birine sığındığımızda, o pis kan içimizden akıyor ve düzgün düşünebilir hale getiriyor bizi. Ben İclal Aydın'ı bir kez de buradan tebrik etmek istedim belki de, bir kitap olarak bu yaz size önerebileceğim en öncü kitap bu imiş meğer... :)

Şimdi ikinci kitabı hevesle bekliyorum; Türkan, Dönüş ve Derya'yı, ailenin diğer üyelerini o kitapta nasıl görecek ve geçmişlerine dair neler öğreneceğim diye merak ediyorum. Bilmiyorum çoğunluk kitapta en çok kime yakın hissetti kendisini, ben en çok Dönüş'e yakın hissettim kendimi. Hep biraz teslimiyetçi, hep bir yerde içine kapanmaya hazır, duygularını tam yaşayan ama çabucak kırılan. Ama bir o kadar da kırıldığı yerden, yarasını sarmak için yazmaya sarılan... (:

Sonra bir de sanırım çok güldüm; iyi haberlere, iyi gidişatlara ve kötü haberler de alınsa karşılama biçimlerine... :) Samimi bir aile draması okumak isterseniz, bir adet "Üç Kız Kardeş" kitabı edinin. İkincisi çıkmadan okuyun ve dilerim sizler de benim bizim kadar keyif alın...


Lion - Bir Hint Filmi



1-1,5 ay olmuş, bir hint filmi izlemeyeli, geçen hafta karşıma TV'de İlk Kez olmak üzere "Lion" filmi çıktı. 6 dalda ödüllü ve de hint filmi, kaçıramam bir bollywood filmleri hayranı olarak dedim! :) Sonucunda, filmi çok sevdim ve içim kaynadı sürekli... 

Lion, 5-6'lı yaşlarda iken, abisiyle bir tren yolculuğu yaptıktan sonra bir istasyonda kaybolan bir çocuğun sonraki hayatını anlatıyor. Üstteki film afişinden görebileceğiniz üzere, oynayan çocuk o kadar güzel ve bir o kadar da yetenekli ki; izlerken, gidip o tren istasyonundan çocuğu alıp sahiplenmek istiyorsunuz... :) 

Hindistan'da bir yıl içerisinde kaybolan binlerce çocuk adına, bilinçlendirme de sağlasın diyerek gerçek bir hikayeyi anlatmışlar Lion filminde. Filmin sonunda, gerçek Saroo ve ailesini de görüyoruz üstelik... Filmin en başından beri gerçek bir hikaye olması mı beni etkiledi, yoksa o küçük çocuğun oyunculuğu ve onun gibileri görmekten bilmekten ve bir şey yapamıyor oluşumdan ötürü hassasiyetim mi diye düşündüm. Sonra baktım ki, her ikisi de etkiliyor beni... 

Dünya üzerinde çekilen acıların en zoru çocukların çektikleri... Küçük bedenleri ve kalpleri ile her birini koruyamıyor olmak ve her birini koruyan birilerinin olamadığını, insanoğlunun yetersiz kaldığını hissetmek çok kötü bir his değil mi sizin için de??

Saroo'ya filmin devamında, Nicole Kidman'ın oyunculuğunu yaptığı Sue Bierley ve eşi sahip çıkıyor. Bir film dahi olsa, bir çocuğa sahip çıkabilen kişiye öyle minnet duydum ki izlerken! Allahım nice sesini duyamadığımız, duyup da yetişemediğimiz çocukların yardımcısı olsun diliyorum bu yazım ile... 

Saroo karakterinin büyümüş halini oynayan Dev Patel'e gelince; onu ilk defa izledim doğrusu, ama hissetmemiz istenen duyguları seyirciye öyle bir geçirmiş ki sanki birçok kez izlemişim gibi hissettim... Büyümüş Saroo'yu izlerken, onunla beraber kaybettiğim aileyi aradım; hep sorguladım, abim neden geri gelmedi, annem aramadı mı beni ve bir tek kişi yazmaz mı gazetelere "çocuğumuz kayboldu" diye? Dedim ben de... :/ Bu duyguları birebir geçirdikleri için oyunculara teşekkür ederim. Filmin İmbd puanı 8.0 imiş, bence 10 puanı hak ediyor. Belki tek bir puan kırabilirim, üvey erkek kardeşi ile ilgili... Ama onu bile içimize sindiremediğimize göre, o bile filmin iyi yönlerinden diyerek; 10 puan vermeye devam edebilirim... :) Lion filmi tavsiyemdir, izlersiniz inşallah. Biz sonbaharda tekrar izlemeyi bile düşlüyoruz annem ve babam ile... 


Işıl Işık - Yeni Keşfettiğim Bir Youtuber



İyi bir Youtuber olur mu benden diye düşünmüştüm, bu senenin şubat ayında. Sonra çok çabuk vazgeçtim, ben iyi bir youtube izleyicisi olarak devam edeyim; yazma durumumu sekteye uğratmasına da izin vermeyeyim, diyerekten... Olur ya editi var, incelemeleri var, araştırması öğrenmesi ve uygulaması var. Gözüm yemedi diyebiliriz, yazmak kadar çekemedi kendisine beni. :) 

Ama son zamanlarda çok sık bana göre "yeni" Youtuber'lar keşfediyorum. Bunlardan biri de, Temmuz ayında keşfettim Işıl Işık adlı bir youtuber... Ben onun üstte de paylaştığım gibi, Ebay sitesinden aldığı lanetli bir bebeği tanıttığı videosunu gördüm önce. Ki korku hikayeleri dinlemekten, okumaktan bile korkan ben; önce onun "gerçek olduğunu iddia etmiyor ama" lanetli bebeğiyle geçirdiği garip zamanlarını izledim, sonra da onun araştırıp anlattığı birçok korkunç şehir efsanelerini izleyip dinledim... Hoşuma gitti ve izlediklerimi anlattığım yakın çevremin de "Sen Didem, korku hikayeleri mi dinliyorsun?" demesi ile karşılaştım... :) 

Evet, sanırım Işıl Işık'ın anlatımını sevdim. Bazı korku dolu yaşanmış garip konuşmaları dinlerken tüylerim ürperiyor, ama gündüz dinliyorum, bazen de tedbirli izliyor ve dinliyorum; öyle ki, "benim de böyle bir adrenaline ihtiyaç duyacağım gün gelmiş meğer" diyorum... =) Işıl Işık gibi bir gün elime fırsat geçse lanetli olduğu iddia edilen bir bebeği almazdım ama insanoğlu meraklı işte, izleyebiliyor ve merakla takip etmeyi sürdürüyorum... 

Işıl Işık; meraklı, araştırmacı ve de kendi alanında Youtube'da bana göre başarılı bir kişilik... Anlatıcı kimliğiyle Youtube'da başarılı bulduğum Barış Özcan ve Ruhi Çenet'ten sonra, ilk kadın araştırmacı benim için sanırım... Belki niceleri vardır da ben keşfedememişimdir ama Işıl Işık'ı pek bir sevdim. Güler yüzlü, konuşması da samimi...

Lanetli bebekle geçirdiği zamanlar ve denediği çeşitli uygulamalarla konuşma seansları yaptığına gelirsek; o konuda da oldukça mantıklı davranıyor bence, Youtube'da sadece prim yapmak için sizi körü körüne bir şeye inandırmaya çalışmıyor mesela. O da olabilir, bu da olabilir diye bir düşünceler sunuyor öncelikle. İzlerken sizin fikirlerinizin olduğu bir videoyu izlemek de, sizi daha tatmin ediyor tabii ki... 

Benim o bebeğin içinde bir ruh olduğuna inanıp inanmadığıma gelirsek de; bu dünyada bir tek biz görebildiğimiz canlıların değil, diğer türden canlıların da olduğuna inanıyorum ben. Belki vardır, belki de yoktur diyebiliyorum o yüzden. Düşünsenize, evrende bir biz olabilir miyiz? Bulunduğumuz her yerde, gökyüzüne baktığımızda "bir bu kadar da bizim göremediklerimiz var!" diyoruz ya; işte bence değişik ruhların varlığı yokluğuna inanmak böyle bir şey... Görmüyorsun ama yok olduğunu da ispat edemiyorsun! :) 

Lanetli bebek ile ilgili videolarına izleyip siz karar verin artık, o bebeğin hikayeleri gerçek mi değil mi diye... Ama ben şehir efsaneleri ve nice videolarına da şans verin isterim, anlatışı kendine has ve samimi bir hava veriyor insana... :) 

Işıl Işık'a Youtube hayatının başarıyla devam etmesi adına ve sizlere de yazımı buraya kadar okuduğunuz için sevgilerimle... (:

23 Ağustos 2019 Cuma

Kadının Adı Ölüm Oldu - Didem'in Gözünden


Bir anne, 10 yaşındaki kızının önünde "Anne Lütfen Ölme" sözünü duydu en son; canıyla uğraşırken de en son, "Ben ölmek istemiyorum" dedi. İnsanlığın öldüğünü görmediniz mi? O videoyu çekenler, o olay yaşanırken oradan kaçıp ambulans aramayı ya da ilkyardım yapmayı düşünemeyenler; insanlığınızı nerede kaybettiniz? Korkunuza sığınıp, hiç mi feryatları duyamadınız? Hala ateş düştüğü yeri yakıyor ve siz nerede kaybettiğinizi hatırlayamayacağınız o insanlığınızı kullanamıyorsunuz değil mi!

Allahım o günü, o anları hiç unutmayacak o kız çocuğuna sabırların en büyüğünü versin öncelikle. Sonra da oradan kaçan, yardım etmeyi göze alamayan, insanlığını kendi canı yanmadan umursayamayanlara Allahım insanlık nasip etsin! Amin... Hayatını kaybeden Emine Bulut'a da, Allahım rahmet eylesin. Ne acı, 4 yıl önce boşanmış, kendine kızıyla güzel bir hayat kurabilmiş bir kadının; daha kızının ve hayatının en güzel anlarını yaşayamadan vakitsizce ölmesi, öldürülerek bu dünyadan yitip gitmesi! Allahım içi yanan cümlemize, sabırlar versin...



Bugün bu haberle uyandık, gece yatağımda iken gördüm videoyu. İzledim, ama maalesef ki yanlışlıkla olayı o video ile öğrendim! Bir bebeğin çıplak göğsü, bir hayvanın bir insanı şakayla ıssırıyor olması, bir insanın lunaparkta yüksekten atlaması veya herhangi bir adrenalin içerikli olayını içeren videosunu hassas görüntü olarak algılayan instagram yüzünden izledim. İnstagram bu olayın görüntüsünü, hassas olarak algılayamamış! O sesler kulağımdan gitmiyor benim de. O sesleri unutmayın ama şu internet dünyasını böyle bir şeyi yaymak için kullanıyorken, her birimiz şiddet içerikli cümlelerimize sığınmadan artık çözüm de üretelim!

Suç her bir anada ve toplumda belki de! Düşünsenize, erkekler nasıl yüceltiliyor. Önce annelerden babalardan başlatılıyor bu; "Aslan oğlum benim, git kız bul da gez" deniyor, "Erkektir, elinin kiri. Aldatır evine geri döner!" deniyor, "Sonra göster oğlum pipini!", "Erkek adam ağlamaz, ağlatır!" deniyor... Bir de kızlarımız, kadınlarımız; "Erkektir kıskanır.", "Erkek dediğin bana sahip çıkacak, etek giydirmeyecek!", "Erkek dediğin, masaya yumruğunu vurduğu gibi "oraya gitmeyeceksin" diyebilecek." gibi şeylerle saçmalar! Erkeklerin sevgisini, hiddeti ve şiddeti ile ölçerler! Başka hiçbir cins canlı görmedim ki, erkeğini insanlıktan yüce bir yere koysun ve kadını bu kadar aşağılasın!

Erkekleri elindeki gücüne ve bacağının arasındaki şeye güvendirip, hiç ağlatmıyor, üzmüyor ve sevmeyi dahi öğretmiyorlar! Erkek sevmez, sevilir. Erkek seçilmez, seçer! diyorlar... Karşıdaki kişinin ne dediği önemsiz, çoğu kesime göre. O yüzden, erkek bir kadından boşandığı zaman istediği kadar evlenebilir; ama kadın asla evlenemez, yapmıştır bir hata namusu onun olmaktan çıkmıştır ya hani!

Namusu, kendisinde araması gereken erkek cinsiyeti; kadının namusunu bacak arasında görür, ötesi onun için boştur... Kadın tek bir adamla evlendi mi, tamam işte; onunla yetinsin, dövülse de, eziyet de görse, yalnız da kalsa, mutsuz da olsa, sabretsindir topluma göre işte! Erkek olursa aynı durumda, mutsuzsa boşanabilir. Kadın boşansa bile bir daha başka biriyle mutlu olmamalıdır!


Zihniyetiniz batsın, başka diyecek lafım yok size... 4 yıl önce boşandığın eşinin mutlu olmasını kaldıramayacak olan, kızının önünde hakaret etti iddiası ile "kızlarının önünde annesini öldürmesinin" hafif olduğunu düşünen, tabii ki bu sözde hakaretin büyük ceza indirimi olarak ona geri döneceğini bildiğinden sebep ifadelerini ciddiyetle seçen bu erkek; sizce bu sefer adaletle hakettiği cezayı alacak mı? 

Biz bundan sonra sesimizi duyurabilecek miyiz peki, "erkek şiddetini her birimiz destekliyoruz!", "Cümlelerimize dikkat edelim!", "Erkek cinsiyetine özgü, ceza indirim şartlarına bir son verilmeli!", "Kadının hayatı, hiçbir erkeğin kontrolü altında değildir!", "Kadın mal değil, kadın özgür bir bireydir!" diyebilecek ve benimsetebilecek miyiz???




Daha bugünün üstüne, kadın erkek farketmeksizin; "Kimbilir kadın ne yaptı!" diyen mi dersiniz, "Erkekler hep haklı, karım da beni delirtiyor öldüreceğim ben de onu yakındır!" diyen mi dersiniz, "böyle orospuların kökünü kurutacağız!" demeye devam eden mi dersiniz! Yoksa, "Kadın isterse vermezmiş, ohh ne ala." diyebilen bozuk zihniyetler mi dersiniz! Hepsini okuduk ve okumaya devam ediyoruz! Ama tek sorumlusu halk da değil, siyasetin dilinde bile kadın var! Kadınlarımıza sahip çıkacağız diyerek uygulayamadı hiç kimse, adaleti sağlayamadı devlet... Varsa yoksa; "kadın evde otursun, çocuksuz kadın perdesiz eve benzer, 9 yaşındaki kız çocuğu evlenebilir, baba kızına şehvet duyabilir!" gibi iğrenç cümleler kullanılsın!



UTANIYORUM, KORKUYORUM VE TİKSİNİYORUM; ERKEK EGEMEN ZİHNİYETİN, BİR TÜRLÜ KADINI EVİNE BARKINA, KALBİNE, AKLINA, ŞU DÜNYAMIZA SIĞDIRAMIYOR OLMASINA... İLK SAÇMA BAHANEDE CANININ İSTEDİĞİ GİBİ EZİYET EDEBİLİYOR, ÖLDÜREBİLİYOR VE HİÇBİR YETERLİ CEZA ALAMIYOR OLMASINA!!!


DİYORUM Kİ: 

"KORKMAYIN, KIZ ERKEK AYIRMADAN EVLATLARINIZA SEVMEYİ ÖĞRETİN; KADINI, ERKEĞİ, HAYVANI, DOĞAYI, BÜYÜĞÜNÜ, KÜÇÜĞÜNÜ VE DE KENDİSİNİ. ÖNCE SEVSİN!" SEVMEK BİR İNSANI YÜCELTİR, SEVGİSİZLİK İSE ACİZLEŞTİRİR!

NE AĞLAMAKTAN KORKSUN, NE DE KADINI KORUMAKTAN! BİR SORUNU VARSA AKLINDA KALBİNDE, KADINI ÖNCE KENDİNDEN KORUSUN... NE KADINI, NE DOĞAYI, NE DE HAYVANI İNCİTSİN; ERKEKLİK KABALIKTIR, ERKEKLİK ŞİDDETTİR, ERKEKLİK GÜÇTÜR." BİLMESİN! KADIN GÜÇLÜ İSE, ERKEK ACİZDİR DİYE DE BİLMESİN. 


BİR KADIN ERKEĞİN GÜCÜNE SIĞINABİLİYORSA, ERKEK DE KADININ GÜÇLÜ DURUŞUNDAN ÖVÜNMESİNİ ÖĞRENEBİLSİN! BENİ DOĞURAN DA BİR ANA, BENİM KIZ KARDEŞİM VE ABLAM DA BİR KADIN DEME GEREĞİ BİLE DUYMASIN! İNSANLIK BİLSİN ÖNCE, İNSANLIK SEVMEKTEN BAŞLAR; SEVMEK ACİZLİK DEĞİL, ASİLLİKTİR. BİLSİN... 


Ne olur, çocukları harcamayın; yanlış zihniyetle büyütmeyin, acizleştirmeyin. Kızı erkeği, şiddetle değil sevgiyle büyütün! Kadını kendi kızınız kendi anneniz kardeşiniz olmadan koruyun. Ortada bir şiddet var ise eğer, ben aile arasına girmeyeyim demeyin. Şiddetin olduğu yerde sevgi de saygı da aile de yoktur! İşte o kadar...

Hepimiz suçluyuz diyorum. Hiçbir zaman şiddet savunucusu olmadım. Erkek bile aldatsa, erkek bile terketse gitse; öldürmek suç olamaz. Kadın aldattı mı, ne yaptı, neden öldürdü diye erkeğe bahane yaratmaya çalışmayın. Bahane yaratmaya, ölüm için, zülum için, eziyet ve de baskı için, bahanelere sığınmak katil olmakla eş değerdir!

Ne güzel yazmışlar bugün, belki de en anlamlısı bu;

"Bir kişi öldü"
"Bir kadın öldü"
"Bir anne öldü" demek kolay, 

"Benim annem öldü" demeyi dene...

Allahım son olsun bu demekten bıktık artık. Ne olur artık adalet yerini bulsun, ilahi adaletini göster bizlere yarabbim! Amin...

Didem'in Gözünden...

15 Haziran 2019 Cumartesi

Başıbozuk Sevdalar, 25 Litre, Kimseyi Değiştiremezsin - DG


Yine bir aradan sonra "Bir Kitap, Bir Film, Bir Şiir" ile "Didem'in Gözünden" ile karşınızdayım.

  • Haziran'da okuduğum ilk kitap, izlediğim ilk film ve dinlediğim ilk şiir ile geldim. Haziran 2019, yaz mevsiminin tüm güzelliği ile geçsin dilerim... :)


Başıbozuk Sevdalar (Canan Tan) - Bir Kitap


Ramazan bayramının öncesindeki haftabaşında başlayıp, ramazan bayramı arifesinde bitirdiğim kitaptı Başıbozuk Sevdalar... 1 haftada okudum bitirdim, elimde birazcık süründü de diyebiliriz. Ama elime aldığım anlarda bir çırpıda bitirdiğim kitap oldu tabii yine de... Yazı dilini hala seviyorum Canan Tan'ın, ama eski kitaplarına daha çok bağlandığımı söylemeden edemeyeceğim... :)

Canan Tan'ın kitaplarını çok seviyorum ama ilk zaman okuduğum 4 kitabı yerine ve de yanına hala başka kitaplarını koyamıyorum. Benim okuduğum ilk dört kitabı; Piraye, Eroinle Dans, Yüreğim seni çok sevdi ve En son yürekler ölür idi. Sonrasında okuduğum kitapları ise sırasıyla; İz, Kelepçe ve Başıbozuk Sevdalar oldu... İz ve Kelepçe bir nebze daha iyiydi diyebilirim ama Başıbozuk Sevdalar beni hayliyle üzdü ve hayalkırıklığına uğrattı...

Bahsettiğim ilk dört kitapta, bir gerçekçilik ve samimilik vardı. Ama Başıbozuk Sevdalar'da hikayeye inanamayış hakim geldi bana. Bundan sonrası kitap hakkında bilgi içerebilir, okumak isteyen varsa kitabı, yazımın bundan sonrasını okumak istemeyebilir diye düşünüyorum! (Kitabı okumak isteyenleri, bir sonraki resime kadar aşağıya davet ediyorum. :) )

Şiir adında bir kızımız var, anne ve babası açısından küçüklüğünde çok sıkıntı çekmiş ve kendi ayakları üzerinde durmaya önem veren bir kız. Ama yaşamında ve kararlarında da garip davranan bir kız. Herkes hata yapabilir, bu noktada bir şey yok. Ama yalan ve de önem gösterildiği değerlerinin yıkıldığını gördüğü halde, iki kez hüsrana uğramış olan bir kızın; üçüncüde işaretleri görememesi beni hayrete düşürdü. Samimi gelmedi, her defasında bizimki "başıbozuk sevdaydı" denmesi, aynı şeyleri yapıp başka sonuçlar bekleme durumunun ta kendisi idi... 

Demiyorum ki hata yapmak üst üste normal değildir. Hatayı aynı yönden 3 kere de yaparsın 5 kere de. Gerçeklerine ve değerlerine bağlı olduğunu söyleyen kızın, çok fazla yumuşak huylu çıkmış olması bana garip geldi önce. Ama benim en şaşırdığım ve hayal kırıklığına uğradığım nokta, kitabın en sonu oldu aslında... Bile bile karşındaki kişiyi psikolojik yıkıma uğradığı noktadan yaralamaya kalkarsan, o da seni elbet aynı şekilde anlamayacaktır. Şiir kendini en son anlayabilecek kişiye anlatmaya kalktı kitabın sonunda, ve az kaldı bu kararı hayatına maloluyordu Şiir'in... Recep adlı şahısa, sevdiği kızın yaptığı gibi kendi bebeğini aldırdığını anlatması ve onun kendisini anlamasını beklemesi çok garipti bence. Öldürülmesine ramak kala, kendisini yaralayan ikinci adam (Recep'in kuzeni) kurtardı neyse ki Şiir'i...

Sonra kitabın sonunda da Şiir kızımız, nihayet aklı başında sevdalara kanat açma kararı aldığını ve gerçeklerine daha fazla uyacağını söyledi kitabın sonunda. Oysa bunu her tanıştığı kişide ısrarla söylerken, kıskançlıklara ve de kısıtlamalara hakim kaldı da, özgürlüğünden de vazgeçti bir ara yarı yarıya... 

Başıbozuk Sevdalar'da önceki kitaplar gibi, güçlü ve de ayakları üzerinde durmaya çalışan bir kız görmedik; hırpalanmış ve toparlanmayı dışarıdaki kişilerden bekleyen bir kızı okuduk bence. Sonucunda toparlandı mı toparlandı, ama Şiir çok güçlü bir kızdı gibi bir yorum bana çok ters geldi işte bu anlattığım sebeplerle... Hak veriyorum, anne ve babadan görmek istediği şevkatin yoksunluğuyla büyümüş bir kızın, bu gariplikleri yaşamış olması belki de çok normal. Kitap kötüydü diyemiyorum bu açıdan, güzeldi ama sonu gerçekten beklemeyi bile düşünmediğim tarzda idi diyorum. 

Bu yorumu da şu sebeple yapıyorum aslında, bu tarz hikayeleri dizilerde çok görüyoruz; Türk dizileri bunun ötesine geçemiyor, güçsüzlükten örnek alabilecekmişiz gibi, hep hataların ve kötülerin üstüne üstüne gitmemiz gerekirmiş gibi işleniyor. Güçsüzlüklere hak vermeyi ve aksini yapmamayı öneriyor gibi. Esas yeniliklere kucak açmamız gerekirken, aynı hataları hep yineleyip farklı sonuçlar beklememiz gibi... Ben Canan Tan'ın Piraye adlı kitabında da, Yüreğim Seni Çok Sevdi adlı kitabında da bunun tam tersini görmüştüm. Bu yüzdendir, bu sadece güçsüzlük diye adlandıramayacağım hikaye bana şu sıra çok "klişeleşmiş Türk dizi senaryolarımız" gibi geldi... 

Bundan sonra bir de Pembe ve Yusuf'u okumak istiyorum, ama bana kalırsa "Başıbozuk Sevdalar" okuyucu yorumlarındaki gibi değil diyorum. Çok güçlü bir kızın hayatta kalma savaşını anlatmıyor; gücünü başkalarından elde edebileceğine inanan ve her defasında bir erkeğin hayatında varolmasıyla varolabileceğine inanan ama sonunda bunun doğru olmadığını başına gelen birçok kötü olayla anlayan bir kızı anlatıyor. Kitabı okuyanlar bilir, ilk tanıştığı aşkı Ezel'de bile birçok işarete rağmen deli dumrul aşkı yüzünden körü körüne inandı diyebiliriz. Ezel'in gideceğini, sırf dünyaya yapabileceğini göstermek için yanında durduğunu görmüş olmalısınız siz de. İnat uğruna takılan alyanslar, çok sık hal tavır değişmeleri ve sonunda "hep seni seveceğim" deyip çekip gitmesi... 

Canan Tan'ı hala çok seviyorum, beni hayal kırıklığına uğratan bu sona rağmen konuları çok güzel ele aldığını da söylüyorum. Ama bu kitabını bahsettiğim konular gereği tam beğenemedim ben... Güçlü kız profili bu değil, güçlü görünmeye çalışan kız profili bu. Şiir beni yordu nedense, bunu hissettirebildiği için teşekkür ederim Canan Tan'a. Şiir gerçekten kendiyle olan savaşını tamamiyle bize yansıtan bir karakterdi yine de... :)


25 Litre Belgesel Filmi (2019) - Bir Film


Bayram bitti döndük evimize, geçtiğimiz pazar idi (08.06.2019) 25 Litre Belgeseli'ni izledim Fox Tv'de. İlk yayınlandığında izleyememiş ve çok üzülmüştüm... Üst fotoğrafta bunu anlatabilmek için dün fotoğrafladığım, sürahimiz ve bir bardak su var. :) Garip gelebilir ama düşünün istiyorum, o fotoğraftaki suyu yokluğunda neyle ve nasıl satın alabilir, elde edebilirsiniz? 

25 Litre Belgeseli işte bunu anlatıyor; doğumumuzdan ölümümüze baş sorumlu bizleriz, doğayı ve bize sunduğu nimetleri var olabilmeleri için dikkatli kullanmaya ve korumaya mecburuz... Ama biz insanlar aksini yapıyoruz; su kaynaklarımıza hor davranıyoruz, doğa bize mecburmuş gibi umursamıyoruz ve üretmeye hiç tüketmeye hep gözüyle bakıyoruz! Hadi üretime katkıyı bırak, tükettiklerimize veya geriye dönüşüme bir katkımız olsun değil mi; buna dikkat edenlerimiz ne yazık ki az görünüyor, çünkü su kaynaklarımız giderek tüketilir bir hal alıyor...

Gökhan Özoğuz sunuyor bu belgeseli ve o da kendinin su kullanımına ne kadar önem verdiğini düşünürken, 25 Litre ile gün nasıl geçer deniyor ve kendisi ne kadar su kullanıyor diye de ölçtürüyor bir araştırma şirketinde. Sonra alanında en iyilerle görüşüyor, İlber Ortaylı ve Özge Özpirinççi de buna dahil. Özge Özpirinççi de bu konularda destekçi imiş mesela, biliyor muyduk? Hayır... :) Gökhan Özoğuz'un sunumu ve de konunun tam içinde yer alışı ayrı güzeldi bana göre.

Ben kendime dikkat ediyorum gözüyle bakıyorum ama hala yeterli olmadığını ben de kendim için daha iyi biliyorum. Filmi izlediğimden beri, elimi yüzümü yıkar ve dişimi fırçalarken daha da fazla önem özen gösteriyorum. Olması gereken hep daha fazla önem göstermemiz çünkü, biliyorum ve bilmemiz gerektiğini düşünüyorum ki... 

Sizlere bu belgeseli izlemenizi önermeye geldim kısaca, ben zaten su kullanımıma dikkat ediyorum demeden önce. Günün birinde Capetown ülkesi gibi 25 Litre ile sınırlandırılacak olursa günlük su kullanımımız, peki ya sıfır günü denen şey gerçek olursa! Allahım gerçek etmesin dilerim. Öte yandan da daha böyle çok ağaç keser, su kullanımlarımıza dikkat etmez ve varolan su kaynaklarımızı da kirletmeye yok etmeye devam edersek; korkarım ki gerçek olacak olan bir durum bu...

Cape Town‘da su tüketimini azaltmaya yönelik tedbirler yetersiz kalınca yöneticiler, yapılan hesaplamalara göre suyun tükeneceği gün olarak 22 Nisan‘ı ‘’Sıfır Günü‘’ (Day Zero) ilan ettiler. 1 Şubat gününden itibaren de su tüketimini hane başına maksimum 50 Litre ile sınırlandırdılar. Yakın gelecekteki hedef #25Litre …


25 Litre Belgeseli'nde beni en çok etkileyen nokta sebebiyle, üstteki fotoğrafı çektim bu arada... Düşünün her yerde su öyle tükenmiş ki, sıfır günü yaşanıyor ve kişi başına düşen 25 litre suyunuz dahi verilmiyor. Ortaya çıkan birkaç adam size su verebileceklerini söylüyor. Götürdükleri yer bir ofis ve siz çıkarıp onlara altın ve para teklif ediyorsunuz! Bir çekmece dolusu altın gösteriyor adam size, "Onlardan bende çok var abi-abla" diyor. Yani para bile suyun yanında değersiz kalıyor! Ne yapabilirsiniz o saatten sonra? 


Kimseyi Değiştiremezsin Hayatta (Charles Bukowski) - Bir Şiir



Kimseyi değiştiremezsin hayatta. 
Ve kimse için de değişmemelisin. 
Diye başlıyor bu şiir, zamanın en güzel öğüdüyle yani... :)

Bu şiire Youtube'da denk geldim bu ay. Hiç dinlemediğim veya bilmediğim bir şiir değildi de, bu sefer kendisine çeken Barış Özcan'ın seslendirmiş olmasıydı. "Terhane" adlı youtube kanalının "Şairler" bölümünün 2. sezon 4. bölümünün konuğuymuş Barış Özcan... Böyle bir youtube kanalından haberim yoktu yani öncesinde ama bundan sonra takip edebilirim diye düşünüyorum şimdi...

Şiire tekrar dönecek olursak yeniden, en sevdiğim şiirlerden biridir diyebilirim. Her sözünü ayrı dikkatle dinlememiz gereken cinsten... En sevdiğim yerine gelince, diyor ki Charles Bukowski;


Yanındaki seni mutlu ettiği sürece kalsın hayatında, zorlama kendini. 
Hayat rahat ve anlayışlı insanlarla 

Ve hayat hak ettiği gibi yaşandığında güzel... 


Ve unutma; aynı dili konuşanlar değil 

 aynı duyguyu paylaşanlar anlaşabilir...


Hayatın sırrı aslında bu cümlelerde saklı bence, yaşamımızda bizi sıkan üzen geren, fazlasıyla inciten
ve davranışlarına hiç özen göstermeyenler hayatımızdan çıkma zamanı gelmişse çıkmalıdır. Oysa biz, seviyoruz diyerek bizi yakan yıkan karşı cinslerimize senelerce tahammül ediyoruz ve kendimizden veriyoruz. Kimse için değişmemeli ve kimseyi de değiştirmemeliyiz unutuyoruz.

Yakın zamanda bir gönül ilişkim olmadı böyle ama gözlemlediğim üzere elbet devam edebilmekte; gerek çevremizde, gerekse dizilerimizde... Hayat acı değil aslında, ona acısını fazla katan bizleriz diyorum tekrardan... :)

Bu şiir benden size gelsin, sevgilerimle... :)

27 Mayıs 2019 Pazartesi

Kabalık, Kibir, Kin - Didem'in Gözünden


1 ay 7 gün sonra, yeniden merhaba... :) Didem'in Gözünden'de yine bir tespit ve tahammül edememe meselesi diyebileceğim bir yazım ile karşınızda olmaya çalışacağım. Bundan önceki yazımı, burada bulabilirsiniz. Şimdiki yazım ondan yine apayrı olsa da, bu tarz yazıları da o tarz yazıları da yazmayı seviyorum burada diyelim. :)

Umarım okurken kendi fikirlerinizden bir parça bulursunuz ve de bu tahammül edemediğimiz özellikleri bulunanlar da nasıl rahatsız bir durum ortaya çıkardıklarını anlayıp kendilerini değiştirmeyi düşünebilirler... (: İyi okumalar...




Bu yazım için şimdilik 3K diyebileceğimiz konuları ele alacağım kendimce; Kabalık, Kibir ve Kin üçlüsü, bir arada da ayrı ayrı da kişilerde şekil bulan, kişilere sıfat olarak yüklenen kelimeler. Kaba insan, Kibirli İnsan, Kindar İnsan gibi. "Kabalığa tahammül edebilirim ama kibir ve kin'e tahammül edemem" diyenler oldukça çok sayıda olabilir ama ben diğerlerine tahammül duyamadığım gibi kabalığa da tahammül edemiyorum ne yazık ki...

Bunları konu almak istememin sebebi; Nisan ayından beri sosyal medyadan da çevremdekilerden de karşılarındakilerin kalplerini ve de inandığı değerleri hiçe sayıp kabalıklarına başvurmayı daha da artırmalarını, kibir-kin ikilisini de ekleyip işi öyle akılalmaz boyuta nasıl erdirebildiklerini hayretle izliyor olmam...

Size bu konuda oluşan fikirlerimi bir formüle sığdırarak da anlatacak olursam; 3K = Kusursuz olduğunu düşünme hali, derim. 3K'dan sadece birine bile sahip olduğunu düşündüğüm kişilerin hal ve hareketleri, kusursuz olduklarını düşündüğünü gösteriyor. O kadar kusursuzlar ki, çoğu yaptığının farkında bile değil. 3K ile ne kalpler kırdığını, kimleri kendilerinden uzaklaştırdığını ve ne kadar haksız olduğunu umursamıyor bile. Çünkü onlar kusursuz, her ne yaparlarsa yapsınlar haklılar ve ne özür dilemek ne de gönül almak onlara göre değil...

Kibir'in TDK anlamına bakacak olursak; "Kendini beğenme, başkalarından üstün tutma, büyüklenme, benlik, gurur" diye açıklıyor TDK

Kibirli bir insana zaten kusursuz olduğunu anlatamayız bu tanıma göre de değil mi? Oysa sadece düşünseler yaşadıklarına göre, "Ben nasıl bir insanım ki, herkesle kavga ediyorum veya herkesle bir bir mevzum var neredeyse?! Bir benim mi başıma gelir, herkesin karşı olma mevzusu böyle!" diye, kısmen çözüme ulaşacak ve üstün olan kişinin kendisi değil de bakış açısının olabileceğini görecek...

Kin konusu ise, apayrı bir nokta. Bir aileyi de, insanın her türlü ilişkisini de etkileyecek nokta. Bir insan ömrü boyunca kendine yanlış yapan herkesin listesini tutsa, ömrü boyunca kimseye yararı dokunmaz; kendine zararının yanı sıra, dünyayı bile yakabilir. Kindar insandan korkulur; bu dünyada her haksızlığın karşılığını kişiler veremez veya zorla alamaz, bazen karma bazen de evrenin adaleti işlemelidir ya hani... Kindar insana göre her şeyi kendisi halletmelidir oysa.

Kin kelimesinin TDK anlamına bakacak olursak da; Farsça olduğunu ve "Birine karşı duyulan öç alma isteği, garaz" anlamında açıkladığı görülüyor. 

Öç alma isteği denilince, yine kusursuzluk geliyor aklıma. Öyle kendini hiç hata yapmaz görüyor olmalı ki kişi, ona yakışık almayan şey yapan her kişiden öç almak ve onun canını yakmaktan başka bir şey aklına gelmiyor bile. Tanıdığım oldu böyle kişileri, korktum da deli gibi. Öyle ya, yanlışlıkla ben bir yanlış yapsam hayatım kararabilirdi! :) Belki de kendini kusursuz görmek, kibir'e ve kin'e yöneltiyordur diye de düşünmedim değil şimdi...

3K'ya sahip olan kişi çevresini de kendisini de geriyor kısaca; böyle kişilerin varolduğu ortam, gerek sanal, gerekse de gerçek ortam olsun, çok rahatsız ediyor beni. Çok sakin bir anımda, hiç kabalık göstermediğim halde, kabalıkla karşılaştığımda tüm ruhum emiliyor gibi hissediyorum (ki kabalık görse bile bir kişi, kabalık göstererek karşılık vermek doğru değildir bence. Daha kötüye götürür durumu.). Tabiatım gereği buna katlanamayan kişilerdenim ama ısrarla benim durumumum fazla olduğu da söylenmiyor değil. Bu kişiler, "Küfretmeyeni samimi bulmadığını, sürekli teşekkürü ve her defasında özürü veya basit bir pardon'u" bile gerekli görmeyen kesimler...

Ne acı geliyor bir bilseniz; sevgiyle yoğurulmuşken, kardeşçe ve saygı sevgi içinde, ekmeğimizi bölüşür gibi "sakinliğimizi, anlayışımızı, birbirimizin hayatlarını ve fikirlerini de anlama becerisini" saygıyla paylaşamıyor olmak! Kabalığın yeri yok hayatımda; basit bir cümle edecekken, kişinin canı sıkkın olsa da stres için de olsa da, bana kaba davranmasını hoş karşılayamıyorum. Acısı vardır veyahut başka bir durumdur, kabalıktansa kibar şekilde söylemesi beni de onu da çözer ya; kabalıkta hayır yoktur bence! :)



Kendimle en övündüğüm nokta olabilir, kibarlığım. Saygı duyduğum her türden insandan da, aynı derecede saygı beklerim. Sanırım bu da benim kusurum... :) Ama hiçbir insanın kusursuz olduğunu düşünmüyorum, aksini düşünenlere karşı değilim ama aksini düşündüğü gibi davranışlarını esirgemeyip "kabalık, kibir ve kin" gösterişinde bulunanlara oldukça karşıyım işte... 


Bu düşüncelerde dolanıyorum şu sıra; neden hiçbir kimse önce kendinden başlamıyor eğitime, değişmeye ve gelişmeye! Ben buyum demek ne derece doğru, kabalığı sürdürmekte? Sanalda veya gerçek hayatta, nereye kadar gidecek biri sınırlarını açtı ve bize açıldı diye onun düşüncelerine, fikirlerine ve tercihlerine gösterilen kabalık ve kibirin günden güne yol almayı sürdürmesi?

Bildiğim kadarıyla bu dünyada bile isteye kimsenin canını yakmadım, ama Allahım şu mübarek Ramazan günlerinde bilmeden işlediğim bir günah oldu ise affetsin beni! Çok canım yandı, ama bu canımın yandığı gibi yakmayı da hiç gerçekleştirmeyi denemedim üstelik. Sadece sözlerimle incitmek istedim incindiğim kadar birilerini, pişman olsunlar istedim bazen; işte o kadar. Ama öte yandan kiniyle yandığı kadar yanması gerektiğini düşünenler var ki, akıl sır erdiremiyor ve öyleleriyle karşılaşmamak için de evrene sürekli mesaj yolluyorum...

Bile isteye suç işleyenlere karşı bu durumu katmadığımı söylemem gerek, adalet önünde hak ettiği cezaya çarptırılması gereken suçları işleyenleri saymıyorum... Hukuk sistemleri, adalet sistemleri insan hakları gereğince cezalarını vermeli!

Ama aldatılmanın, yalan söylemenin, hak etmediği şekilde herhangi bir şeyin karşılığını başka bir şekilde almanın suçu yok. Yani ne bileyim, önceden bir hukukunuz olur; arkadaşınızla, ailenizle ve daha nicesiyle ama olur da bir yanlışı dokundu. O bana bu yanlışı yaptı, "ben de ona göstereceğim!" diye yıllar yılı kin tutmak ne kadar doğru? Başına gelen böylesi durumlarda, dersini al geç olmalı yapılması gereken.


Bazen bazı durumları yaşamamız gerekiyor diye düşünüyorum; birine güvenirsiniz ama güveniniz boşuna çıkar, o sizin bir şekilde canınızı yakar güveninizi kırar... Değiştiremeyeceğiniz bu durumun ardından aynısını yaşamamak için daha tedbirli bir hayat sürdürebilirsiniz ve de sürdürebiliriz! Kin güdüp işi karşılık vererek daha ileri boyuta sürüklemek, daha çok can yakmaktan başka bir işe yaramıyor. (BENCE)

3K'nın her birine karşıyım demek yanlış olmaz. Gelin tanış olalım, der Yunus Emre. Bunu derken; bir olmaktan da, sevmekten de sevilmekten de bahseder aslında. Şu yazıyı okursanız, Yunus Emre'nin öğretisi çok güzel anlatılmış bence... Gerçek sevgide ve sevilmede benim bahsettiğim üçlü yoktur ki! İnsan kendini bilmeli, sonra da dünyaya ve birbirine yönelmeli. Hayat yaşanılası olsun istiyorsak, her birimiz içinden güzelleşmeli ve toparlanmalı. Ancak kabalık çirkinleştirir bizi, ancak kibir uzaklaştırır birbirimizden ve ancak kin bitirir öldürür birbirimizi!

Diyeceklerim sanırım bu kadar, ucu bucağı gelmeyeceğini düşündüğüm şekilde bu konuda yazmaya devam edebilirim aslında. Tek isteğim kabalıktan uzaklaşım, kibirle kendimize de çevremize de faydamızın olmayacağını bilelim ve kin bizi her anlamda bitirir! Affetmeyi, bazen affetmesen de unutmayı veya şans vermesini bilelim dilerim... Ötesi kalabalıklarda yalnızlaşmak, çevremizi tedirgin etmek ve de kalpler kırmakla başlayıp daha ileriye gider...

Ne olur kendimizi bilelim, gelin tanış olalım; seven, sevilen, bağışlayan ve de yakın olanlardan olalım... Hayat aslında çok zor değil, onu çoğu zaman zorlaştıran biziz. Ramazan günlerinde bile yanlışlardan dönmeyi ısrarla reddeden ve değişmeyi asla kabul etmeyenlerden etmesin cümlemizi Rabbim...

Hayırlı Ramazanlar olsun ve dualarımız kabul olsun inşallah! Esenliklerimle... :)