"Bir Kitap, Bir Belgesel, Bir Şarkı" ile geldim yine bir "Didem'in Gözünden" yazısıyla daha... :)
Bugün konularım; Uğultulu Tepeler, The Story Of Diana ve Rearview şarkısı... İyi okumalar Dilerim... =)
Uğultulu Tepeler - Emily Jane Bronte
19 gündür okuyor haldeymişim, dün nihayet kendi okuduğum "Dünya Klasikleri" arasına birini daha okunmuş halde ekleyebildim... :)
Bilir misiniz, ben Dünya Klasiklerine oldukça önyargılı durumdayım; tecrübeyle sabitlendi diyelim, okuyup da çoğundan haz alamadığımdan olsa gerek... O eski dönemlerin gerek konu anlatımları günümüze bence iyi yansıtılamıyor veya yansımıyor, gerekse de hikayeler şimdi yaşadıklarımızla bir tutulmuyor. Niye bir tutuyorsun ki demeyin, olmuyor işte. Klasikler bana günümüz kitaplarını okuduğum kadar zevk vermiyor... Birçoğu için "ya bu klasikleri kim klasik yapıyor?" diye sorguluyorum kendimce, sonra da "Çok biliyordun madem, eleştirmen olsaydın ya kızım!" diyorum ve sonra kendime daha çok sinir oluyorum. (Bana kızım kelimesinin kullanılmasını hiç sevmem de, sinir olmam da o yüzden!) =)
Neyse, Uğultulu Tepeler kitabına yorumuma
bu girizgahtan sonra geçecek olursak;
Hikayesi oldukça sürükleyici bir klasikti... Daha öncesinde Emily Jane Bronte'yi ve bu tek kitabını elbette ben de duymuştum ama Sevgili Dostum Meryem okuyup bana önerene kadar, okumaya elim hiç uzanmamıştı! :) (Üstteki sebeplerim dolayısıyla tabii ki de)
Hikaye oldukça sürükleyici, okurken "ama şimdi ne olacak ki?" diyorsunuz. Yarısına dek okuyup alışana kadar da, karakterlerin daha fazla ne kadar karamsar olabileceklerini hiç tahmin edemiyorsunuz. En azından benim için öyleydi...
Uğultulu Tepeler adlı bir yerde yaşayan ailenin babası, uzak bir şehre gittiğinde dönerken çocuklarına ne istediklerini sormuş zamanında ve elinde bir çocukla dönmüş; Uğultulu Tepeler'in hikayesi böyle başlıyor ama kitabın başında da oraya giden bir kiracının ev sahiplerinin hikayesini merak etmesiyle okumaya başlıyoruz bu hikayeyi biz... İnsanı merak ettirdiği kadar da, böyle bir yerde yaşasam "hayattan soğurdum" izlenimi bırakıyor. Diyebilirim ki, yazar çok başarılıymış bu konuda; o kadar ki, okurken kişilerin gerçekten yaşadığına iknayım dünden beri ben...
Hikayeyi anlatmak gibi bir düşüncem yok, ben bana bu kitabın hissettirdiklerini anlatmak istiyorum.
Hani bu yazımdan önce yazmıştım, "Hayatı Bizler Mi Zorlaştırıyoruz?" diye; bu kitap ona tamamıyla örnek bir hikaye içeriyor... Birbirini sevdiğine emin olduğunuz ama asla bunu dile getirmeyen iki karakterimiz var kitapta, biri söylese diğeri çözülecek; tüm işaretler var. Ama ikisi de susuyor, birbirini tersliyor. Dostumla konuşurken, "aşklar eskiden daha zormuş demek" diye yorum yapıyoruz ama "her dönemde hayatı bu açıdan da zorlaştıran yine bizleriz." yorumunu da ekleyebiliriz bence! :)
Acıyı seven insanları okudukça, bunu hayatın gereği gördüklerinden ötürü devam ettirdikleri sıkıntılar; her ne kadar acı çekerlerse çeksinler, bunu da o kadar az görenler, "Tamamen doğru yoldayım." gibi hissettirdi... Çok şükür bu kadar karamsar bir hayat yaşamıyorum.
Karamsarlık, aşkın mutsuzlukla bağdaştırılması ve bu düşünceyi gerçek kabul ettirme uğraşını kitabın sonuna kadar sürdürmesi; yazarın beni en rahatsız ettiren anlatım biçimi idi. Biz her aşık olduğumuzdan iyi cevap almaya, ötesinde yaşamamaya ant içmiş gibi davranıyoruz ya hayatta. Sevdiğimiz kişiyi hayatından bıktıracak kadar kıskançlıkla boğmalıymışız sanki. Bu açıdan gerçek insanları da yansıtıyor bu açıdan kitap, bu bile rahatsız etmiş olabilir beni... Sanki bu her ırkın her dönemin, vazgeçilmez kabul ettiği gerçeğiymiş. Oysa gerçek aşk, gerçek sevgi mutlu eder ve mutlu olur bu durumdan. Okuduğum kitaplarda bunu bulamamak, bana garip bir rahatsızlık veriyor sanırım...
Şimdi son yorumum olarak, #EskiDönemler demek istiyorum. Eski dönemlerde yaşam daha da zormuş ve insanlar birbirine hayatı daha da zorlaştırmış. Seviyorsa gidip konuşamamış, ama konuşamadım başkasıyla evlendim veya onunla kavuşamadım, başkasını sevdim. Tamam, ben yine de onu daha fazla üzmeyeyim mevzusu insanlığın büyük çoğunluğunda kodlarına işlenememiş! Hani derler ya, kodlama bir yerden sonra hata verebiliyor; durum tam da bu. Hayatta hatalı insan bol da, bir de bunun farkında olunulsa...
Not; farkettim, bir konuyu hemen bitiremiyorum. Konu neden bir önceki yazımın konusuna döndü ki şimdi? Ah biz insanlar, hayatı zindan ediyoruz galiba birbirimize! Belki de Uğultulu Tepeler kitabındaki karakterler gibi, birçoğumuz bunu yaşamın bir parçası görüp bir de bundan haz duyuyoruz!! Fenayız fena... =)
Eh, insan en sonunda kendini düşünmek zorundadır. Uysal, bonkör insanlar bencil olmaya zorba yaradılışlardan daha fazla hak kazanırlar.
(Sayfa 109 - Uğultulu Tepeler)
The Story Of Diana (2017) - Netflix Mini Belgesel Dizisi
Annemle izlemesek, biraz daha izlememeyi geciktirebileceğim bu belgeseli; dün gece izledik ve bitirdik. Ama beklediğime bile değmiş... Bir gün öncesinde "The Story Of Diana" mini belgeselinin ilk bölümünü izlerken yarıda bırakmıştık annemle. Dün akşam yatmadan öncesinde, diğer bölümüyle beraber izledik bitirdik annemle... Sanıyorum uzun zamandır bu kadar etkileyici bir belgesel dizisi izlememiştim... :)
"80'ler döneminde yaşamış ve bizzat "Leydi Di"nin yaşadığına tanık olmuş kişiler şanslılarmış." dedirtti. Ki diziyi bitirene kadar, hayatını okuduğumu sandığım prenses hakkında meğer ben bir şey bilmiyormuşum da dedim...
Leydi Diana Spencer, birçok kadın ünlüye öncü olmuş ve prenseslerin de zor hayatı olabileceğini yaşam hikayesiyle ispatlamış bir dönem kadınıymış. Prenses kavramının gerçek hayattaki hali Diana ve o kavramın gerçekliğini bir dönem insanlara yaşatan kişi. Kralice Elizabeth'in gelini, Prens Charles'ın eşi, Henry ve William'ın anneleri... Kendisi 20 yaşında prenses olmuş, güzelliğiyle ve duruşuyla kendisini kameralara ve halka sevdirmiş ilk ve tek prenses diyorlar. Görüyorum ki dedikleri kadar da var...
Yaşadığımız Dönemin magazin aracılığıyla tanıdığı ilk ünlü ve ilk canlı masal kahramanı imiş Diana Spencer... Prens Charles'ın Camilla'dan sonraki sevgilisi olmuş önce, sonra da ilk eşi... Öyle bir dönemde, bir masal kahramanı olarak görülmüş ki; önce güzelliği, sonra utangaçlığı, sonra da tüm dünyaya el uzatmaya hazır yüce gönlü buna sebep olmuş... İki erkek çocuğu olmadan öncesinde de olduktan sonrasında da, özel hayatlarının olmasına izin verilmeyecek kadar magazincilerin tacizlerine maruz kalmışlar. Anlatılan ve belgelerle kanıtlanana göre de, çocuklarından biri daha küçükken bir gazeteci tarafından dil çıkartılarak prokove edilmiş. Dilini çıkaran çocuğunun fotoğrafı çekilip, "Leydi terbiyesiz çocuk yetiştiriyor." diyerek bunu da haber konusu edebilmişler...
Gözler önünde yaşanıp da, "yok bu da olmamıştır" diyeceğim hiçbir şey olmadı dün izleyip bitirdiğimiz dizide. Çok güzel, çok yalın ve de çok etkileyici bir belgesel idi... Bu zamana kadar Diana Spencer'ın sadece bir prenses olduğunu söyleyebilirdim size ama o meğer sesini duyuramayan ve kendisinden çok görünmesi gerektiğini düşündüğü "sorunu olan insanların" sesi de olmuş. Aids hastalarına yaklaşmanın sakıncası olmadığına halkı inandırıp, onlara el uzatarak başlamış önce. Afrika'ya, Hindistan'a Mısır'a gitmiş ve esas sorunu olan insanları bulup bizzat yardımcı olmayı tercih etmiş. Tek istediği çoğu zaman bir anne olarak çocuklarının mahremiyeti imiş, ama bırakın çocuklarına saygıyı, bu merak ve avcı içgüdüsü ile magazincilerin yaklaşımı kendisini ölüme dahi sürüklemiş...
Magazinciler Prens Charles'ın eski sevgilisi Camila ile beraber olduğunu ortaya çıkardıktan sonra bile, en çok yüklenilen kişi Leydi Diana olmuş. Ahlaksız sorular sormaktan da, üzmekten de, bozmaktan da çekinmemişler. Ama gördüğüm kadarıyla Leydi Diana, tüm bu taciz tecavüzlere rağmen, bir kere olsun birini incitmemiş. Yüzü, gülüşü ve vücudu kadar, kalbinin güzelliğini de kimseden saklamamış yani...
Aynı magazincileri, gerektiği şekilde doğru yerlere sorunların iletilebilmesi için üstte de bahsettiğim gibi dünyaya el uzatırken peşi sıra götürmek konusunda da kullanmış işte Diana Spencer... Hastalara, evsizlere, mayın problemine, eğitim problemlerine ve daha nicesine parmak uzatıp; bunlara önem verin, diyebilmiş. (O dönemde, bir kadın kimlik Mayınlı bölgede yürümüş. Bu nasıl büyük cesaret örneği, düşünsenize!) O en yardıma ihtiyaçı olan kişiyi bulur, ona yönelirmiş. Bunu hissettirmiş insanlara. Çok güzel bir çekim alanı olmuş...
Beni belgeselde etkileyen ve bence herkesi de o dönemden bu yana etkileyen unsur olmalı, aynı magazinciler Leydi Diana'nın erkek arkadaşıyla bir karesini daha yakalamak isterken bir tünelde trafik kazalarına sebep olmuşlar... Her an her dakika izlenilmiş biri, tek bir özel an istiyordu belki de. Evine giderken, en azından tatilinde izin verilsin istiyordu; uygunsuz yakalanıp da, saçma haberler yapılsın istemiyordu. Boşandıktan sonra bile rahat bırakılmak istiyordu belki de. O motosikletli magazincilere yakalanmamak uğruna acaba nasıl ölüme gitti... Vadesi oraya kadar yetti, diyoruz bizler ama belgeseli izleyince suçlamak gerçekten bu kadar kolay ki...
O dönemden sonra magazinciler de dönüp kraliyet ailesini suçlamışlar. Leydi Diana'nın cenaze töreninin yapıldığı zaman dilimi de çok şaşırtıcı durumlara sahne olmuş. Ben anlatmıyorum, siz izlemek isterseniz belki diyorum...
Ben üstte beğendiğim birkaç sahneyi fotoğraflamaya çalıştım, çünkü iki bölümlük mini belgeseli izlediğimiz zaman zarfında; duruşunu da giyim tarzındaki sade asilliği de, yüzündeki o güzel gülümsemeyi de çok beğendim. Genç gitmiş işte. Kimbilir yaşasa idi şimdi, evlatlarına, gelinlerine ve torunlarına daha da fazla onur duyacakları ne güzel işler başarmaya devam ediyor olacaktı...
Beni belgeselde en etkileyen cümleye geliyorum bu dediklerimden sonra tekrar, Diana Spencer'ın abisinin belgeseldeki sözleri bunlar;
Bir av tanrıçasının adını taşıyan Diana, av olmuştu...
Velhasıl, hayat çok enteresan. Merhametli, özdeğeri yüksek ve bilinç seviyesi açık binlerce insanın, bu dünyaya hizmet etmesi gerekmekte; ki dünya onların hatırına dönüyor diyebilelim. Diana Spencer bu devrin gözle görünen o öncülerinden biri olmuş... Ruhu şad olsun. Evlatları da onun izinden gitmekte... İzlemenizi önerebileceğim tarzda bir belgesel. Biz annemle severek izledik... Diana'yı biraz daha fazla sevdik...
Back To Black & Rearview
Bu yazının konuları üstteki iki konu olmasa, kesinlikle şarkı olarak bu sıra çok dinlediğim "Smoke Me"yi önerirdim sizlere... :) Ama konumuz Uğultulu Tepeler ve Diana'nın Yaşamı olunca, belgeselden iki müzik bırakmak istedim.
Ben birini çok iyi biliyorum ve bir cover versiyonunu da çok seviyorum --> Amy Winehouse - Back To Black. Ki ben cover versiyonu ile öğrenmiştim bu şarkının varlığı; Sena Şener & Evrencan Gündüz versiyonu ile...
Diğer müzik de, dün belgeselin sonunda dinleyip çok sevdiğim bir parça; Andra Day - Rearview
Rearview, İngilizce'de Dikiz demekmiş. Nasıl da Leydi Diana'nın belgeselinin sonuna yakışır bir şarkı ismi olmuş, öyle değil mi? Size de hem garip hem de ürpertici geldi mi bilmem, ama ben ürperdim doğrusu... Allahım tüm sevenlerine sabır versin diyorum, ne diyebilirim ki...
2020'deki ilk "Bir ..., Bir ..., Bir ..." yazımın sonuna geldik. Bu seferlik böyle olsun, epeydir yazmayı unutmuşum; çokça da konuları abartmış olabilirim ama yine hissettiklerimden ötesini yazmadım... =)
Bence sorun yok yani. Bir dahaki bir bir bir yazımda görüşmek üzere.
Sevgilerimle... =)