26 Haziran 2020 Cuma

Uğultulu Tepeler, Leydi Di, Rearview - Didem'in Gözünden


"Bir Kitap, Bir Belgesel, Bir Şarkı" ile geldim yine bir "Didem'in Gözünden" yazısıyla daha... :)

Bugün konularım; Uğultulu Tepeler, The Story Of Diana ve Rearview şarkısı... İyi okumalar Dilerim... =)


Uğultulu Tepeler - Emily Jane Bronte


19 gündür okuyor haldeymişim, dün nihayet kendi okuduğum "Dünya Klasikleri" arasına birini daha okunmuş halde ekleyebildim... :) 

Bilir misiniz, ben Dünya Klasiklerine oldukça önyargılı durumdayım; tecrübeyle sabitlendi diyelim, okuyup da çoğundan haz alamadığımdan olsa gerek... O eski dönemlerin gerek konu anlatımları günümüze bence iyi yansıtılamıyor veya yansımıyor, gerekse de hikayeler şimdi yaşadıklarımızla bir tutulmuyor. Niye bir tutuyorsun ki demeyin, olmuyor işte. Klasikler bana günümüz kitaplarını okuduğum kadar zevk vermiyor... Birçoğu için "ya bu klasikleri kim klasik yapıyor?" diye sorguluyorum kendimce, sonra da "Çok biliyordun madem, eleştirmen olsaydın ya kızım!" diyorum ve sonra kendime daha çok sinir oluyorum. (Bana kızım kelimesinin kullanılmasını hiç sevmem de, sinir olmam da o yüzden!) =)


Neyse, Uğultulu Tepeler kitabına yorumuma
 bu girizgahtan sonra geçecek olursak;

Hikayesi oldukça sürükleyici bir klasikti... Daha öncesinde Emily Jane Bronte'yi ve bu tek kitabını elbette ben de duymuştum ama Sevgili Dostum Meryem okuyup bana önerene kadar, okumaya elim hiç uzanmamıştı! :) (Üstteki sebeplerim dolayısıyla tabii ki de)

Hikaye oldukça sürükleyici, okurken "ama şimdi ne olacak ki?" diyorsunuz. Yarısına dek okuyup alışana kadar da, karakterlerin daha fazla ne kadar karamsar olabileceklerini hiç tahmin edemiyorsunuz. En azından benim için öyleydi... 

Uğultulu Tepeler adlı bir yerde yaşayan ailenin babası, uzak bir şehre gittiğinde dönerken çocuklarına ne istediklerini sormuş zamanında ve elinde bir çocukla dönmüş; Uğultulu Tepeler'in hikayesi böyle başlıyor ama kitabın başında da oraya giden bir kiracının ev sahiplerinin hikayesini merak etmesiyle okumaya başlıyoruz bu hikayeyi biz... İnsanı merak ettirdiği kadar da, böyle bir yerde yaşasam "hayattan soğurdum" izlenimi bırakıyor. Diyebilirim ki, yazar çok başarılıymış bu konuda; o kadar ki, okurken kişilerin gerçekten yaşadığına iknayım dünden beri ben... 


Hikayeyi anlatmak gibi bir düşüncem yok, ben bana bu kitabın hissettirdiklerini anlatmak istiyorum. 

Hani bu yazımdan önce yazmıştım, "Hayatı Bizler Mi Zorlaştırıyoruz?" diye; bu kitap ona tamamıyla örnek bir hikaye içeriyor... Birbirini sevdiğine emin olduğunuz ama asla bunu dile getirmeyen iki karakterimiz var kitapta, biri söylese diğeri çözülecek; tüm işaretler var. Ama ikisi de susuyor, birbirini tersliyor. Dostumla konuşurken, "aşklar eskiden daha zormuş demek" diye yorum yapıyoruz ama "her dönemde hayatı bu açıdan da zorlaştıran yine bizleriz." yorumunu da ekleyebiliriz bence! :)

Acıyı seven insanları okudukça, bunu hayatın gereği gördüklerinden ötürü devam ettirdikleri sıkıntılar; her ne kadar acı çekerlerse çeksinler, bunu da o kadar az görenler, "Tamamen doğru yoldayım." gibi hissettirdi... Çok şükür bu kadar karamsar bir hayat yaşamıyorum.

Karamsarlık, aşkın mutsuzlukla bağdaştırılması ve bu düşünceyi gerçek kabul ettirme uğraşını kitabın sonuna kadar sürdürmesi; yazarın beni en rahatsız ettiren anlatım biçimi idi. Biz her aşık olduğumuzdan iyi cevap almaya, ötesinde yaşamamaya ant içmiş gibi davranıyoruz ya hayatta. Sevdiğimiz kişiyi hayatından bıktıracak kadar kıskançlıkla boğmalıymışız sanki. Bu açıdan gerçek insanları da yansıtıyor bu açıdan kitap, bu bile rahatsız etmiş olabilir beni... Sanki bu her ırkın her dönemin, vazgeçilmez kabul ettiği gerçeğiymiş. Oysa gerçek aşk, gerçek sevgi mutlu eder ve mutlu olur bu durumdan. Okuduğum kitaplarda bunu bulamamak, bana garip bir rahatsızlık veriyor sanırım...

Şimdi son yorumum olarak, #EskiDönemler demek istiyorum. Eski dönemlerde yaşam daha da zormuş ve insanlar birbirine hayatı daha da zorlaştırmış. Seviyorsa gidip konuşamamış, ama konuşamadım başkasıyla evlendim veya onunla kavuşamadım, başkasını sevdim. Tamam, ben yine de onu daha fazla üzmeyeyim mevzusu insanlığın büyük çoğunluğunda kodlarına işlenememiş! Hani derler ya, kodlama bir yerden sonra hata verebiliyor; durum tam da bu. Hayatta hatalı insan bol da, bir de bunun farkında olunulsa...

Not; farkettim, bir konuyu hemen bitiremiyorum. Konu neden bir önceki yazımın konusuna döndü ki şimdi? Ah biz insanlar, hayatı zindan ediyoruz galiba birbirimize! Belki de Uğultulu Tepeler kitabındaki karakterler gibi, birçoğumuz bunu yaşamın bir parçası görüp bir de bundan haz duyuyoruz!! Fenayız fena... =)

Eh, insan en sonunda kendini düşünmek zorundadır. Uysal, bonkör insanlar bencil olmaya zorba yaradılışlardan daha fazla hak kazanırlar.  
(Sayfa 109 - Uğultulu Tepeler)


The Story Of Diana (2017) - Netflix Mini Belgesel Dizisi



Annemle izlemesek, biraz daha izlememeyi geciktirebileceğim bu belgeseli; dün gece izledik ve bitirdik. Ama beklediğime bile değmiş... Bir gün öncesinde "The Story Of Diana" mini belgeselinin ilk bölümünü izlerken yarıda bırakmıştık annemle. Dün akşam yatmadan öncesinde, diğer bölümüyle beraber izledik bitirdik annemle... Sanıyorum uzun zamandır bu kadar etkileyici bir belgesel dizisi izlememiştim... :) 

"80'ler döneminde yaşamış ve bizzat "Leydi Di"nin yaşadığına tanık olmuş kişiler şanslılarmış." dedirtti. Ki diziyi bitirene kadar, hayatını okuduğumu sandığım prenses hakkında meğer ben bir şey bilmiyormuşum da dedim... 

Leydi Diana Spencer, birçok kadın ünlüye öncü olmuş ve prenseslerin de zor hayatı olabileceğini yaşam hikayesiyle ispatlamış bir dönem kadınıymış. Prenses kavramının gerçek hayattaki hali Diana ve o kavramın gerçekliğini bir dönem insanlara yaşatan kişi. Kralice Elizabeth'in gelini, Prens Charles'ın eşi, Henry ve William'ın anneleri... Kendisi 20 yaşında prenses olmuş, güzelliğiyle ve duruşuyla kendisini kameralara ve halka sevdirmiş ilk ve tek prenses diyorlar. Görüyorum ki dedikleri kadar da var...

Yaşadığımız Dönemin magazin aracılığıyla tanıdığı ilk ünlü ve ilk canlı masal kahramanı imiş Diana Spencer... Prens Charles'ın Camilla'dan sonraki sevgilisi olmuş önce, sonra da ilk eşi... Öyle bir dönemde, bir masal kahramanı olarak görülmüş ki; önce güzelliği, sonra utangaçlığı, sonra da tüm dünyaya el uzatmaya hazır yüce gönlü buna sebep olmuş... İki erkek çocuğu olmadan öncesinde de olduktan sonrasında da, özel hayatlarının olmasına izin verilmeyecek kadar magazincilerin tacizlerine maruz kalmışlar. Anlatılan ve belgelerle kanıtlanana göre de, çocuklarından biri daha küçükken bir gazeteci tarafından dil çıkartılarak prokove edilmiş. Dilini çıkaran çocuğunun fotoğrafı çekilip, "Leydi terbiyesiz çocuk yetiştiriyor." diyerek bunu da haber konusu edebilmişler... 

Gözler önünde yaşanıp da, "yok bu da olmamıştır" diyeceğim hiçbir şey olmadı dün izleyip bitirdiğimiz dizide. Çok güzel, çok yalın ve de çok etkileyici bir belgesel idi... Bu zamana kadar Diana Spencer'ın sadece bir prenses olduğunu söyleyebilirdim size ama o meğer sesini duyuramayan ve kendisinden çok görünmesi gerektiğini düşündüğü "sorunu olan insanların" sesi de olmuş. Aids hastalarına yaklaşmanın sakıncası olmadığına halkı inandırıp, onlara el uzatarak başlamış önce. Afrika'ya, Hindistan'a Mısır'a gitmiş ve esas sorunu olan insanları bulup bizzat yardımcı olmayı tercih etmiş. Tek istediği çoğu zaman bir anne olarak çocuklarının mahremiyeti imiş, ama bırakın çocuklarına saygıyı, bu merak ve avcı içgüdüsü ile magazincilerin yaklaşımı kendisini ölüme dahi sürüklemiş...

Magazinciler Prens Charles'ın eski sevgilisi Camila ile beraber olduğunu ortaya çıkardıktan sonra bile, en çok yüklenilen kişi Leydi Diana olmuş. Ahlaksız sorular sormaktan da, üzmekten de, bozmaktan da çekinmemişler. Ama gördüğüm kadarıyla Leydi Diana, tüm bu taciz tecavüzlere rağmen, bir kere olsun birini incitmemiş. Yüzü, gülüşü ve vücudu kadar, kalbinin güzelliğini de kimseden saklamamış yani...

Aynı magazincileri, gerektiği şekilde doğru yerlere sorunların iletilebilmesi için üstte de bahsettiğim gibi dünyaya el uzatırken peşi sıra götürmek konusunda da kullanmış işte Diana Spencer... Hastalara, evsizlere, mayın problemine, eğitim problemlerine ve daha nicesine parmak uzatıp; bunlara önem verin, diyebilmiş. (O dönemde, bir kadın kimlik Mayınlı bölgede yürümüş. Bu nasıl büyük cesaret örneği, düşünsenize!) O en yardıma ihtiyaçı olan kişiyi bulur, ona yönelirmiş. Bunu hissettirmiş insanlara. Çok güzel bir çekim alanı olmuş... 



Beni belgeselde etkileyen ve bence herkesi de o dönemden bu yana etkileyen unsur olmalı, aynı magazinciler Leydi Diana'nın erkek arkadaşıyla bir karesini daha yakalamak isterken bir tünelde trafik kazalarına sebep olmuşlar... Her an her dakika izlenilmiş biri, tek bir özel an istiyordu belki de. Evine giderken, en azından tatilinde izin verilsin istiyordu; uygunsuz yakalanıp da, saçma haberler yapılsın istemiyordu. Boşandıktan sonra bile rahat bırakılmak istiyordu belki de. O motosikletli magazincilere yakalanmamak uğruna acaba nasıl ölüme gitti... Vadesi oraya kadar yetti, diyoruz bizler ama belgeseli izleyince suçlamak gerçekten bu kadar kolay ki... 

O dönemden sonra magazinciler de dönüp kraliyet ailesini suçlamışlar. Leydi Diana'nın cenaze töreninin yapıldığı zaman dilimi de çok şaşırtıcı durumlara sahne olmuş. Ben anlatmıyorum, siz izlemek isterseniz belki diyorum...

Ben üstte beğendiğim birkaç sahneyi fotoğraflamaya çalıştım, çünkü iki bölümlük mini belgeseli izlediğimiz zaman zarfında; duruşunu da giyim tarzındaki sade asilliği de, yüzündeki o güzel gülümsemeyi de çok beğendim. Genç gitmiş işte. Kimbilir yaşasa idi şimdi, evlatlarına, gelinlerine ve torunlarına daha da fazla onur duyacakları ne güzel işler başarmaya devam ediyor olacaktı...

Beni belgeselde en etkileyen cümleye geliyorum bu dediklerimden sonra tekrar, Diana Spencer'ın abisinin belgeseldeki sözleri bunlar;

Bir av tanrıçasının adını taşıyan Diana, av olmuştu... 

Velhasıl, hayat çok enteresan. Merhametli, özdeğeri yüksek ve bilinç seviyesi açık binlerce insanın, bu dünyaya hizmet etmesi gerekmekte; ki dünya onların hatırına dönüyor diyebilelim. Diana Spencer bu devrin gözle görünen o öncülerinden biri olmuş... Ruhu şad olsun. Evlatları da onun izinden gitmekte... İzlemenizi önerebileceğim tarzda bir belgesel. Biz annemle severek izledik... Diana'yı biraz daha fazla sevdik...


Back To Black & Rearview


Bu yazının konuları üstteki iki konu olmasa, kesinlikle şarkı olarak bu sıra çok dinlediğim "Smoke Me"yi önerirdim sizlere... :) Ama konumuz Uğultulu Tepeler ve Diana'nın Yaşamı olunca, belgeselden iki müzik bırakmak istedim. 

Ben birini çok iyi biliyorum ve bir cover versiyonunu da çok seviyorum --> Amy Winehouse - Back To Black. Ki ben cover versiyonu ile öğrenmiştim bu şarkının varlığı; Sena Şener & Evrencan Gündüz versiyonu ile...  

Diğer müzik de, dün belgeselin sonunda dinleyip çok sevdiğim bir parça; Andra Day - Rearview

Rearview, İngilizce'de Dikiz demekmiş. Nasıl da Leydi Diana'nın belgeselinin sonuna yakışır bir şarkı ismi olmuş, öyle değil mi? Size de hem garip hem de ürpertici geldi mi bilmem, ama ben ürperdim doğrusu... Allahım tüm sevenlerine sabır versin diyorum, ne diyebilirim ki...


2020'deki ilk "Bir ..., Bir ..., Bir ..." yazımın sonuna geldik. Bu seferlik böyle olsun, epeydir yazmayı unutmuşum; çokça da konuları abartmış olabilirim ama yine hissettiklerimden ötesini yazmadım... =) 

Bence sorun yok yani. Bir dahaki bir bir bir yazımda görüşmek üzere. 

Sevgilerimle... =)


16 Haziran 2020 Salı

Hayatı Bizler Mi Zorlaştırıyoruz? - Didem'in Gözünden


2020’ye çok zor geçiyor gözüyle bakıyoruz ama bir o kadar da elde geçiyor aslında. Hayat hepimize birden, yaptığın planları yık ve yeniden başla” dedi aslında. Bilmiyorum sizler için ne hissettirdi ama ben düzenleme yapmaya alıştığım şu hayatımda, düzenlediğim kadar bozulan hayatımın bir üçüncü kez bu kadar bozulduğuna şahit oldum…

Planlarım vardı misal, onları en oldurabileceğimi düşündüğüm süreci yaşamaya başlıyorum sanmıştım; Kasım 2019-Şubat 2020 aralığında… Sonra pandemi dönemi başladı, birden o kadar hızlı girdi ki hayatımıza. Yıllar yılı beklediğim girişten bir eve taşınma sonrasında, bir daha fazlasıyla eve tıkıldım. En olmadık dönemde, bir de fizik tedavilerimden alıkonuldum. Her yer kapandı, gördünüz ya her şey durdu ve ertelendi… Çalışmak istiyordum güya, gezmek istiyordum yeni oturduğumuz evin çevresini bile olsa. Veyahut bir resmi tatilde, arkadaşlarımla buluşmayı hayal ediyordum. Çalışamasam bile, arkadaşlarımın yanına, akrabalarımın yanına çıkıp gidebilmeyi hayal ediyordum. Olabildiğince azalmış kısıtlılığımla da olsa…

Sonra süreç değişti, evde kaldığımız süreç içerisinde kimi zaman “Hayatı bizler mi zorlaştırıyoruz?” diye sorgulamaya başladım. İlk süreçte dizi-film bile izleyemez bir hal aldım bende. Sonra baktım, geceleri sürekli video izliyor ve uyuyamıyorum. Dünyaya dünyalar güzeli bir yeğenim daha katıldı; adı Defne Deniz. Diğer bloğum “yillargecerken.blogspot.com”u da takip edenler bilir, pandemi sürecinde bize büyük uğraş oldu aslında. İyi ki geldi, öyle güzel de zamanı seçmiş ki; “kalabalık sevmiyor kereta!” =)

Evet, diyordum ki; okuyamaz olduğum, yazamaz olduğum o dönemde, “Dur bakalım, bir sakinle de hele –erteleye erteleye bitiremediğin şu süreçleri tamamla önce. Oku, yaz, ders çalışmıyorsun hani e-kpss’ye gireceksin ya. Bir iyice bilen bakalım.” Dediler bana… İnanırım, doğru bulurum; iyice dibe batmadan çıkamaz insan, dediklerine. Belki her birimizin en dibi görmesi gerekiyordu. Dünya verdiği kadar almak istedi, kendimiz için ve çevremiz için üretici ve bir o kadar da bağışlayıcı olmamızı istedi…

İşte bu bahsettiğim süreçte, karşıma kendime getirebilecek yöntemler keşfetmeye başladım. Bunlardan biri “Neuroformat” idi, ki yazısını geçtiğimiz hafta diğer bloğumda yazdım. O yazımı okumak isterseniz buradan ulaşabilirsiniz!

Okumaya dönmesi kolay, yazmalarıma dönmesi zor oldu. Hele ki ihmal ettiğim çok önemli bir hayalim vardı ki, ona dönmeyi ise yeni yeni başarıyorum. Başından sonuna ihmal etmediğim tek şey egzersiz düzenimdi çok şükür ki… Nereye bağlayacağım, nasıl hayatı bizler zorlaştırıyoruz kendimize biliyor musunuz; basit şekilde yaşamayarak…



Olmuyorsa takılıp kalıyoruz, her şeye ama her şeye. En basitinden bir şeyi beceremedik, bizim istediğimiz gibi olmadı; “nasıl olmaz!” diyerek takılıyor, gerisini de onun için boşa sayıyoruz. Yaşam bize bunu öğütlüyor olmamalı! Bir şeyler yolunda gitmiyorsa, belki de öyle devam etmememiz gerekiyordur. Plan yapıp o planları gerçekleştiremiyorsam, gücüm yok gibi hissediyorsam; belki de duraklamaya ihtiyacım vardır! Ama ben daima, neden öyle hissettiğime takılıp duruyorum. Bir gün mola verebilecekken, sıkıldığım yana kapılarak o süreyi uzattıkça uzatıyorum. Cidden böyle olduğuna kanaat getirdim. Misal, dün bu yazıyı çok yazmak istiyordum; tamamlamalıyım ya, hissi beni çok yordu (sabahtan öğlen sonuna kadar). Öğlen sonu aklım başıma geldi, bugün bu yazıyı yazmaya gücüm yok. Tamam, izleyeceğim filmlerden birini izlerim ve kitabımı okumaya devam ederim dedim. Dediğimi de yaptım... Sonunca, bugüne çok daha fazla motive kalktım. Olduramadığım esnada, olduramadığım noktaya takılmamayı başardığım için oldu; birkaç deneme sonucunda ben böyle olduğuna kanaat getirdim…

Bu durum içsel hesaplar için değil sadece de, birçok şey için geçerli sonra… Şu süreç başladı başlayalı, hangi birimiz korkusuna kapılıp da “bir güncük bile olsa” –ah demedi. Hiç demeyen yoktur, elbette insanız olacaktır da böyle korkular yakınmalar… Ama çoğunluğumuz hayatı durakladı bitti olarak adlandırdık, birçok şekilde odaklanamadık “olması gereken yeni normale”. Hayatın her alanının her anının değişebileceğine, yeni durumlara bir şekilde alışmamız gerektiğine ne zaman kapılacağız acaba?

Pandemi dönemindeyiz, her birimiz için maske takma zorunluluğu var ve toplumsal alanlardan uzak durmamızın uygun görüldüğü bir düzen sağlamamız isteniyor. Tek bir kıta yok ki bu virüse kapılmaktan nasibini almamış, tüm dünya yaşıyor bunu… Gerçekten ihtiyaçları dışında, “öyle uygun gördüğü için”, “canı öyle istediği için” hareket eden kesim bir emeği harcamıyor mu sizce de? “Yeni Normalleşme” kuralları başladığından beri, virüs bitti gözüyle bakanlar; hayatı zorlaştırmak üzere yaşayanlardan başlıları şu süreçte benim için. Toplum sağlığını korumaya alacak her türlü girişime, bana bir şey olmaz gözüyle yaklaşıyorlar; “Biz”i umursamıyorlar… Hayatı sizler zorlaştırıyorsunuz… Ben diyerek yaşayanlar, toplumla iç içe yaşadığını kabullenemeyenler; bir devlet içerisinde, onun kurallarıyla yaşadığını kabul edemeyenler…

Hayatı birlikte yaşadığımız insanlar için zorlaştıran insanlar, çok yakınımızda veya uzağımızda olması farketmeyen kişiler. Bir şekilde birbirine yakın dizilmiş domino taşlarıyız, bazısı kabul etmese de. Birine vurulduğunda devrilme hızına bağlı olarak devamı geliyor, hepimiz yıkılıyoruz işte…

Misal, üstte gördüğünüz fotoğrafım; 14 haftanın sonunda yeniden fizik tedavimi almış olduğum fotoğrafım… Bugün ne kadar mutlu olduğumu, ama aslında 14 haftada ne gibi kayıplara doğru ilerlediğimi görmek isterseniz; şu instagram paylaşımımdaki, fizik tedavim ile ilgili detaylarımı okuyabilirsiniz. Eğer vaka sayısı 2000’i aşarsa yeniden yasaklar gelebilirmiş misal, bu paylaşımımdan sonra “tahmin edersiniz ki” en son istediğim şey…

Bakın bu bile, hayatın zor olduğundan fazla “Hayatı bizlerin zorlaştırdığına” yönelik bir örnek. Topluma karıştıkça, eski normale döndükçe; “yeni normalleşmeye” dönemiyoruz. Sizden bu yazımla da rica etmiş olayım; ben bugün fizik tedavi aldığım için öylesine rahatlamaya başladım ki, bunun yeniden son bulmasını istemiyorum. Rica ediyorum tedbirlere uyun, bizi evlere hapsetmeyin ve “tedavisiz” bırakmayın!

Tedavi alamadığı için Türkiye çapında kaç kişi vefat etti bilmiyorum ama sadece benim fizyoterapistimin iki hastası vefat etmiş, bir hastası yürüyebilir halinden yürüyemez haline düşmüş. Bu süreçte hayatını kaybedenler için Allahtan rahmet diliyorum bu vesileyle de. Allahım her türlü zorunlu durumların içerisine düşen bizlere ve yakınlarımıza, sabır ve dayanma gücü versin inşallah…

Yakın çevresinde hayatı zorlaştıranlarla yaşayanlar için, daha da zor hayat. Sevmediği halde sevdiğine sahip olmaya çalışanlar; istemediği bölümü okutmaya çalışan ailelere sahip çocuklar; görüşmek istemediği kimseyle görüştüren aileler; evlenmek istemediği halde evliliğe zorlananlar; kısacası, birinin canı öyle istiyor diye başkalarını zora sokanlar var… Hayatımızı bizler zorlaştırıyoruz dedim ya, bazı zaman bu durumlara ses çıkartmadığımızda da zorlaştıran onlarken bizler de onlara sebep veriyoruz…

Hayat, mutluluğumuza giden yollardan geçeceğimiz yer değil mi? Kendi içsel bulmamız gerekir hani… Bu dünyaya onun için geldiğimize inandığımız üzere, bize biçilen hayatı yaşamayı sağlayacağımız yerde; yerine getirebileceğimiz görevleri yok sayıp, çok soruna odaklanıyoruz. Kendimden ve çevremden yola çıkarak, bu duruma bozuluyorum doğrusu…

Herkesi tenzih ederek şöyle devam etmek istiyorum;

Tutturmuşuz bir “en iyisi”, “en güzeli”, “en başarılısı”, “en …” (nasıl doldurursanız) olmayı. En’imize ulaşmadan öncesini düşünmüyoruz oysa, yapabileceğimizi yapmıyoruz. En iyisi olmazsa olmazmış gibi hareket ediyoruz. Hayatı bizler zorlaştırıyoruz…

En acemi olanın en güzeli olduğunu unutmaya çok meyilliyiz. Hayatı bizler zorlaştırıyoruz…
Çevremizde her kim varsa, benim gibi düşünmüyor veya istemiyor diye çok takılıyoruz ve çok hırpalanıyoruz… Hayatı bizler zorlaştırıyoruz…

Pandemi dönemi oldu, çok şükür karnımızı doyurabilen bizlere; dışarı çıkamadık, gezemedik veya gitmek istediğimiz o tatile veya o şehre, o sevdiğimizin yanına gidemedik. Oysa sağlıklı mıyız, dışarı çıkmayarak ve topluma en şekilde karışarak kendimizi koruyabilir miyiz? Yapmıyoruz, olanı olduğu gibi kabul etmeyi sağlayamıyoruz, şikayet ederken bugüne sığdırabileceğimiz nice durumları unutuyoruz. Hayatı bizler zorlaştırıyoruz…

İnternette çok kişi var, motive halde tutmaya çalışıyor kendisini veya çevresini; ona bile laf mı ediyoruz, hayatı yine bizler zorlaştırıyoruz…

Anlamıyoruz, anlamlandıramıyoruz, hep bir kıyas içerisinde yaşıyoruz; bir sene öncesini veyahut 10 sene öncesini düşünüyoruz ve kahırlanıyoruz. Hayatı bizler zorlaştırıyoruz…

Hayatı zorlaştırmadan, emek verip hayallerimize ulaşmak adına daha fazla çabalayabilecekken (elbet, ben de dahil) hayatı daha fazla kendimiz için zorlaştırıyoruz… Kendi düzenime, yapmak istediklerime, yapmam gerektiğini düşündüklerime; kendi düzenim çerçevesinde döndüm işte. Kendimi ve çevremde gördüğüm “biz”i eleştirmek ve çözüm sunmak için yazmak istedim bu yazıyı…

Didem’in Gözünden Didem’e iletmek istediğim şey şu ki; en iyisi olmak zorunda değilsin, sen istediğin gibi olmaya devam edersen de hep en güzelisin… =) (Kızım sana söylüyorum, gelinim sen anla ;) )

Beni okuduğunuz için teşekkürlerimle, yorumlarda görüşelim isterim. Eklemek istediklerinize, saygı çerçevesinde olduğu sürece hak vermediğiniz noktalara ve de anlatmak istediğiniz hikayelerinize açığım. Bekliyorum, sevgilerimle… (=


1 Haziran 2020 Pazartesi

Benim Dediğim Doğrucular - #didemingozunden


Ne zamandır bu tarz yazılar yazmıyordum. Bir önceki cümlemi düzeltmem gerekirse, ne zamandır bu bloğuma yazı bile yazamıyorum… Kategorileştirmeyi sevmesem de insanları, gerçek anlamda bu tarz yazıları yazmak beni rahatlatıyor da aynı zamanda. "3K" yani "Kabalık, Kibir, Kin”  başlıklı yazımı hatırlayan var mı bilmiyorum ama o da ciddi anlamda beni rahatlatan bir yazı idi mesela…

Şimdi gelelim bu yazımın konusuna; hangimizin çevresinde, tartışmaya gelse tartışamadığı, çok sevse de en derinden ona kırıldığı “Benim dediğim doğru” fikrini gözünüze gözünüze sokarak kırıldığı insanları yok ki? =) Bence bu cümle bile yeterli oldu tüm yazımın içeriğini anlatmaya ama tabii devam edeceğim yine de…


Netlikle söyleyebilirim ve anlamalıyız ki; bir ortamda iki kişi ve fazlası bulunuyorsa, birden fazla görüş bulunma ihtimali her zaman eksiksiz vardır... Tek fikir, tek inanış, tek doğru ve tek yanlış yoktur çoklu bulunduğumuz hiçbir ortamda. Oysa aksini kabullenemeyenler için hayat daha zor olsa gerek, eskiden fikirlerimi ısrar yöntemi ile anlamalarını beklerken benim için de zor olduğu gibi… Ben de bir bakıma “benim dediğim doğrucu’lar”dan oldum bir süre boyunca. Ama ben daha fazlasıyla, inandığım düşünceleri bir değer yerine koydurmak istedim aslında. Tartışmak için de yanlış insanlar seçtim çoğu zaman, bunu da sonradan anladım esasında… Bildiğimi düşündüğüm ve inandığım şeylerin varlığını anlatırken, ısrarcılığımı kullanıyordum... Herkes inandığı ve bildiği şeylerin savunucusudur, yanlış yapmak uğruna da öyle olmalıdır ya; hem doğrular böyle öğrenilir, hem de hayatın kendisini en güzel böyle yaşar insan. Değil mi? Ama dozu bilmeliymişim işte, ben bunu herkesle tartışmayı doğru sanarken yaşayarak öğrendim misal...


Anlaşmak zorunda değiliz, tek bir fikirde buluşmak zorunda da değiliz; ama bazı insanların bir şeyleri kabul etmeyeceğini öğrenmek zorundayız. Fikirlerimiz uyuşmasa da, anlayışlı olma hallerimiz uyuşmalı mutlaka. Ötesinde hep kırgınlıklar var oluyor yoksa…


Çevremde ne yazık ki gizli veya apaçık ortada olmak üzere çok “Benim Dediğim Doğrucular” bulunmakta. Beraber bulunduğumuz ortamlarda çok kez söylediğim cümlelere “gerçekten böyle mi düşünüyorsun?” dercesine bakıyorlar, çoğu zaman bunu kendi ağızlarıyla söylemekten de çekinmiyorlar. Hayır, aksi gibi bu insanlar sizin düşüncelerine çok saygı duyduğunuz ve kendisini çok sevdiğiniz kişiler aynı zamanda. Kırıldığınız yer bu sebeple çok haklı konumda… Sevdiğiniz kişilerle çok kez konuşamıyor olmak, bir o kadar anlaşırken bir o kadar anlaşamıyor konumda bulunmak demek aynı zamanda. Hani “birbirlerini çok severler ama bir o kadar da anlaşamazlar aslında” dedikleri cinsten… Tüm sevdiklerimi tenzih ederek söylüyorum; her sözüne her düşüncesine saygıyla yaklaştığım kişiye, “evet, öyle düşünebilirsin ama bence de şöyle!” diye ekleme yapmakta özgür değilim ama o bunun her türlüsünde özgür. Çünkü o “benim dediğim doğrucu”!

İşte bu yazım bu kişileri aslında rencide etmekten yana değil de, ne kadar kırıcı olduklarını hatırlatmak adına. “Kabalığı, kibiri ve de kini” barındıran kişiyi rencide edebilirim her türlü, çünkü o kişilerin varlıkları huzursuzluk veriyor her anlamda. Oysa benim dediğim doğrucu tayfa, istemsiz bir hırsın kurbanı gibi aynı zamanda. Korumak için söylemiyorum; “benim dediğim de bence doğru!” diye savunarak çoğu konuda ısrarcılığının kurbanı olmuş benim, hiç kimseyi kırmak veya incitmek gibi bir niyetim yok da. Ama ısrarcılığım bazılarını incitiyormuş meğer, sonradan öğrendim ben de. Tartışmayı kabul edemeyen insanlara ısrarcı yanımı bir daha göstermemeye başladığım zaman farkettim, susmayı zoraki de olsa böyle durumlar için öğrendim… =)




Şimdi kısaltarak söyleyecek olursak, BDD’ciler, bilerek ya da bilmeyerek çoğu zaman insanları öyle derin incitiyorlar ki. Misal değiştiremediğiniz olgular var, sürekli o olgulardan dem vurup eleştirebiliyorlar sizi. Öyle ki yoruluyorsunuz artık; o onu söylese de söylemese de değiştiremediğinizi biliyor, ama söyleme yoluyla kendini rahatlattığını da itiraf ediyor. Fakat aynı şeyi ciddiyetle başka şekillerde söylediği her defasında, açıklama yapmaya kalkıyorsunuz refleksle. Bu durum böyle olunca, “Ama ben söylerim, sen bana bakma” diyor. Böyle dumur olup kalıyorsunuz sonra! Söyleyene mi söyletene mi bakmalı, sözü burada geçerli olabilir mi bilmiyorum. Umursamamaya uğraşsam da, ben de dayanamıyorum; bazı derin yaralarım var demek ki, değiştiremediğim noktalara dokunmamalı bazıları… =/

Her koşulda, bu gibi insanlar değişir mi gelişir mi? İnsan 7’sinde neyse 70’inde de odur kuralları geçerli midir yoksa? Bilemiyorum da... Ben bazen "ben söyleyeceğim" dedikleri ve hissettireceği noktada, kırıldığım noktalarda patladıklarımı biliyorum. Sonu birkaç günlük küslük oluyor (hem de çift taraflı), üstüne benden de üstün çıkmıyor mu karşı taraf; ne yapacağımı şaşırıyorum. Öte yandan küstüğünüz kırıldığınız ve bunun sonucunda kırdığınızı söyleyen kişi canınız diyebileceğiniz biri olunca; bu döngülerden çıkması da pek zor oluyor… 

Amme hizmeti olsun benimkisi, çevrenizde böyleleri varsa veya siz böyle biriyseniz bu ayrıntıları lütfen unutmayın. Misal, karşınızda çok sevdiğiniz böyle birisi de varsa her seferinde de olsa sıkıntınızı söylemeden geçmeyin. Ben hep yıpranıyorum ama zamanla bu yıpranma payı söyleye söyleye azalmaya başladı doğrusu. Tarifsiz bir şekilde, o küslüklerin getirdiği üzgünlük hala var ama. Hani sevdiğiniz kişiyle küstüğünüzde garip bir öfke kaplasa da içinizi, bu öfkeyi haklı göremezsiniz ya; işte öyle bir şey. =) Bence beni çok iyi anladınız, yorumlarda da bu konuyu rahatlıkla konuşabilecek birçok kişi bulabilirim. Ne dersiniz? :)

Benim gözümden bir “Burası Çok Önemli” diyebileceğim bir konunun daha sonuna geldik. Ben epeydir yazamadım ama bundan sonra devam etmek istiyorum, hem böyle yazılarıma hem de diğer türlü gözlemlerimin bulunduğu yazılarıma yer vermeyi sürdüreceğim inşallah. Ben çok özlemişim yazmayı, umarım sizler de beni okumayı özlemişsinizdir.


Yazıma Harry Potter'ın son bölümünde Dumbledore'un Harry'ye söylediği şu sözlerle son vermek istiyorum (çünkü çok güzel yakışacak bu yazımın sonuna);

"Benim nacizane fikrim, bence kelimeler en uçsuz bucaksız sihir kaynağıdır. Birini yaraladığı gibi, aynı zamanda iyileştirebilir de."

Sevgilerimle, başka yazılarda görüşmek üzere… =)