6 Aralık 2020 Pazar

Engelli Emojisi Ve Sosyal Medya Kullanımı - Didem'in Gözünden


Bilindiği üzere, bitmek üzere olan bu hafta 3 Aralık Dünya Engellliler Günü gerekçesi ile Engelliler Haftası idi. Ama neticede yine o gün geçtikten sonra minimum düzeyde hatırlanmaya devam edecek bir durum olmaya başladı çoğunluk tarafından, ta ki bir dahaki benzer günlere kadar...

Ben bilhassa o gün yazmadım-yazamadım... Pandemi dolayısıyla hastanelerde ve hayatın içinde yine yerimiz çok geri planda kaldı, ne diyebilirim ki (?) dedim kendi kendime..


Ama resimlerde gördüğünüz emoji var ya, bu sene içinde çok takıldığım bir mevzu idi ve birkaç ay önce de bir paylaşım altında yine susamadığımı ve bunu sizlerin de görmesini istediğimi belirtmiştim hikâyelerimde. (Onları da instagram hesabımın "Didolatte_" gönderilerinde bulabilirsiniz..)

İnstagram birçok açıdan haddini aşmaya devam etti de, bu kadarı da fazla değil mi sizce de?? 

Olay şu; beğenmediğin bir durum bir olay mı söz konusu, bas "engelli" ibaresini! "Argo tüm ifadelere, engelli ibaresine sığdır gitsin!" Engelli kim ki, burada da engel koy önüne gitsin...

Yapana göre çok basit ama benim gibiler için çok derin bir mevzu. Ben yıllar boyu birileri bana "özürlü" demesin diye savaş verdim nicesiyle. "Özür bir kusur anlamı içerir, yanlış bu ifade" dedik nicesiyle. Sonra bize "engelli" denilmesine karar verildi, kanun bile çıkartıldı bunun için zamanında... 

Ama şimdi birileri benim "engelli" denmesi için uğraştığım kalıba, kötü tüm ifadeleri sığdırmaya çalışıyor ve bir tek itiraza bile "aşırı duyar gösteriyorsunuz" diyorlar. Peki soruyorum ve anlatıyorum;

Siz içini doldurmak için uğraştığınız bir kavramla hayatı yaşıyorken, anlamsızlaştırılmak ister miydiniz? Kabul görmediğiniz, engellendiğiniz ve çoğunlukla toplumdan kısıtlı yaşadığınızı düşünün. Senede birkaç gün tüm ülkece sesiniz duyulabilir ve o zaman sorunlar biraz olsun anlaşılabilir olurken, seni gösteren sembolün anlamının 5 gönderiden 4ünün altındaki yorumlarda "kötü her noktaya damga şeklinde vurulmasına" üzülmez miydiniz? 

Akılsız, salak, gerizekalı, faydasız dediğiniz her gönderinin altına koyduğunuz o "engelli emojisi" beni ifade ediyor. "Engelli geldi yolu aç düt düt" yorumları yapanları gördü bu gözler!!! Bu "gereksiz duyar değil". Gereksiz duyar, gerçekten gülünç bir şeyi ciddiye almaktır. Fakat sizin umursamadan koyduğunuz emoji 3,5 milyon engellinin hayatının ta kendisi... 

Ben size kendimi, bizleri anlatmak istedim. Dilerim anlaşılır, görülür, duyulur ve "duyar gösterdiğinize" şahit oluruz...

Amacım bir ben veya bana yaşıt kişiler değil aslında. Bu yola yeni adım atan küçük büyük nice insanımız da olabilir. Onların cesareti de kırılmasın, sesleri kesilmesin ve "ben anlaşılamıyorum, tanınmıyorum!" demesin...

En son ihtiyacımız olan şey; toplumun bireyleri tarafından yaralanmış ve kendini toplumdan uzaklaştıran bireyler. Bir tek kişi bile bilgilense ve bu yanlıştan dönse-döndürse, işte esas farkındalık başlar; hem de sözlerde değil, kalplerde!!! :)

#Engelleme #Engelliİfadesi #ŞakaDeğil #ArgoDeğil #Gerçek #Farkındalık #HayatınTaKendisi

20 Kasım 2020 Cuma

Bin Ömrüm Olsa, Psycho But İt's Okay, The Knight Before Christmas - Kitap, Dizi, Film #didemingozunden

 

Bir Kitap Bir Dizi Bir Film ile geldim; en son okuduğum kitap, en son izlemeyi bitirdiğim dizi, en son izlediğim film ile... Hepsi Kasım 2020'nin haberleri, Didem'in Gözünden... :) İyi okumalar dilerim şimdiden...


Bin Ömrüm Olsa - Kristin Hannah



Şu an için en son okuduğum kitap "Bin Ömrüm Olsa" adlı kitabım hala. Ama aslında bu kitabı okuyup bitirdiğimde Ekim ayının sonlarında idik. Kasım ayındaki Ekpss sınavıma hazırlığım sırasında; halihazırda okuduğum iki kitabımı da hala bitiremedim... Ama geçtiğimiz pazar günü sınavıma girdiğimden beri, okuduğum kitaplarıma geri döndüm ve umuyorum ki önümüzdeki günlerde onları da bitirecek yeni kitaplarıma da geçeceğim... :)


Kristin Hannah en sevdiğim yazarlarda baş sıralarda geliyor ve bu okuduğum kitap okuduğum dokuzuncu kitabı oldu... Konusu, Büyülü Fırtına adlı kitabına benziyordu. İkisi de Kristin Hannah kitabı ve ikisinin de mistik içerikli konusu ayrı güzeldi... Ama sanırım yazarımızın kitapları içerisinde Büyülü Fırtına'yı bu dalda ayrı sevdim ama ondan sonra bu kitabı gelebilir kesinlikle. (:

Kitapta; Tess Gregory günümüzde bir bilim insanıdır. Bir araştırmasını onaylatma uğraşında daha başarısız olduğu bir gün, işten çok dalgın çıkar ve trafik kazasında hayatını kaybeder. Gözünü bir kez daha açtığında bir odada gideceği yeri seçmesi istenir. Yardıma ihtiyaç duyan adamın yanına gitmeyi seçer Tess; Jack'in yanına gider ve üç çocuklu bir annedir artık. Ancak gittiği zamanda da evinde de, reenkarnasyon ile canlandırdığı vücutta yaşamış kadının bıraktığı hayat yeterince karmaşıktır. Üçüncü çocuğunu doğururken vefat eden kadın, evini ailesini yeterince zorluk ve karmaşa içinde bırakmıştır; gerek tavrı, gerek sevgisizliği ve gerek asiliği ile... 

Kendisine Lissa adını verdiği karakterimiz Tess, oradaki hayatı ya sevecek ya da kendini öldürecektir... Bu açıdan karakterin hayatı ve önceki hayatıyla geçmişe giderek yaşamaya başladığı hayatı arasında bağlantı kurarak çözümleme yapma uğraşlarını, sürükleyici ve naif bir Kristin Hannah kaleminden okudum yine. Umarım ilerleyen zaman dilimlerinde yine Kristin Hannah kitapları ile buluşma fırsatı buluruz. Eğer hala Kristin Hannah kitabı okumadıysanız, bir yazar daha tanımak isterseniz; zaman kaybetmeden hemen bir şans verin derim. :)

"Ölüm insanın dikkatinden kaçan bir şey değildir. Bir... etki yaratır." (Sayfa 78)

"Bana öyle bir şey söyle ki yarın seni bugünden daha iyi tanıyayım." (Sayfa 254)

Bütün projelerin başlangıcı aynıydı. Veri topla ve bilgi bul. Bir bilim insanı olarak özellikle çok zor bir projeyi nasıl yavaş yavaş alacağını, başlamadan önce etraflıca inceleme yapması gerektiğini öğrenmişti. Tek yanlış adım, aceleyle konmuş bir teşhis, deneyin tamamını berbat edebilirdi. (Sayfa 326)


Psycho But İt's Okay - Netflix Dizisi



Eylül sonunda başlayıp, Kasım ayına kadar aralıklarla izlemeyi sürdürdüğüm "İt's Okay Not To Be Okay" adlı kore yapımı mini diziyi geçtiğimiz hafta başında bitirdim. Diğer bir adıyla Psycho But İt's Okay diye anılıyor... Bu mini dizi izlediğim ikinci kore dizisi oldu benim için, ilk izlediğimden konu itibariyle çok başkaydı ve bir o kadar da yaratıcı bir hikayesi vardı. Ben puanımı 10 üzerinden 10 veriyorum; bir puan kıracak olursam bile, sadece daha fazla bölümü olsun diye kırardım ben... :)

Dizimizin konusu; kendi içinde psikolojik sorunu olan üç kişinin, üç aşamadığı sorundan hareketle, bir akıl hastanesi çevresinde geçiyor... Bir abi ve kardeşimiz var, Gang Tae ve Sang Tae; küçüklüklerinde annelerinin kaybını yaşadıklarından beri, ilkbahar mevsiminde ev değiştiriyorlar. Çünkü otizmli abisinin yanında öldürülen annelerinin katilini "kelebek" diye adlandıran Sang Tae'nin abisi, kelebeklerden korkuyor... "Beni de öldürecekler!" diyerek... Ne kelebek çiziyor, ne kelebek görmekten hoşlanıyor ne de kelebekleri konuşmaktan hoşlanıyor!

En sevdiği yazar Ko Moon-Young, masal yazarı. Masalları o kadar güzel ki, dizinin birçok bölümünde "öğretileriyle beraber sunuluyor bizlere de". Keşke gerçekten o kitaplar çıkmış olsa da, bizler de alsak diye düşündüm resmen! Masalları çok gotik çizgilerle çizilmiş ama bir o kadar da kendince öğretileri var, izlerken ve dinlerken anlıyorsunuz yazarımızın yaşadıklarını! 

Akıl hastanesi ne alaka derseniz; Ko Moon-Young'un babası akıl hastanesinde kalıyor ve Sang Tae de akıl hastanelerinde hasta bakıcılığı yapıyor. Esasında çocukluk arkadaşları olan Sang Tae ve Ko Moon-Young, Sang Tae ve abisi şehir değiştirdiğinde; önce o hastanede karşılaşıyorlar ve daha sonra da bu karşılaşmalar masal yazarımızın arkadaşını tanımasıyla planlı halini alıyor... =)

Önce tartışmalar, sonra anlaşmalar ve sonra karmaşalar, gel gitler derken; sürüp gidiyor dizi boyunca tavsiyeler ve öneriler... Ben dizinin en başında verilen şu öğüdü çok sevdim, ilk masalın öğretisi idi bu;

“Acı veren, sancılı anlar. Pişmanlık içeren anlar.

Can yaktığımız ve canımızın yandığı anlar.

Terk edilmenin anıları.

Sadece böyle anıları kalbinde taşıyanlar,

Daha güçlü, tutkulu ve duygusal açıdan esnek olabilir.

Sadece onlar mutluluğu elde edebilir.”

 

Sakın unutma. Her şeyi hatırla ve aş. Eğer aşamazsan her zaman ruhu büyümemiş bir çocuk olarak kalırsın.” (1. Bölüm)

Dizinin ana öğüdü buydu aslında; hep bunun etrafında şekillendi ve devam etti. Herkes geçmişte yaşıyor bir şeyler ama her kim aşarsa büyüyecek ve devam edecek hayatına... Küçükken yönlendirilmiş olabilirsin, ezilmiş olabilirsin, sevgisiz kalmış ve sevgiden uzaklaştırılmış olabilirsin; "dön ve şimdiye bak, şimdini şekillendir" diyor dizide bolca...

"Birine ihtiyacın varken önüne çıkarsa, buna kader denir. (1.Sezon 11. Bölüm) " diyor sonra dizi;

Yalnız kalmayı marifet sayan ve öfkesini büyüten insanların, esasında kalbini açtığı zaman mutluluğu ve kaderini değiştirebileceğini öğretiyor. Güvenmeyi, masallara bakış açını değiştirmeyi ve kendi içinde aşman gereken düşünceleri aştığın zaman esas sen'e kavuşacağını söylüyor...

Esas karakterlerimiz çok zor oluyor ama abi kardeş ve masal yazarımız bir araya gelene kadar çok zorlanıyorlar. Onların karmaşasını anlatmadan devam edeceğim, 16 bölümü anlatmam hiç doğru olmaz. İzlemenizi ısrarla tavsiye ediyorum bu yüzden. Bir olmayı öneriyor dizi, aslında bugünlerimizi anlatıyor; "Birlikte güçlüyüz, ayrıyken ölüyüz. (1. Sezon 14. Bölüm)" diyerek.

Dizinin içerisindeki görüntü çalışmaları da, karakterlerin ses ve karizma çalışmaları da, sahne çalışmaları da çok güzeldi! Dediğim gibi, ben en çok masal çalışmalarını sevdim; çünkü bir dizi için o masal kitaplarının yazılmış, çizilmiş ve basılmış olması beni çok etkiledi! Annesi Korenin en iyi kadın yazarı olan Ko Moon-Young, Korenin en iyi masal yazarı... Bu masal yazarımız, küçüklüğünden beri yaşadıklarını öyle içselleştirmiş ki; içinin karasını, masallara aktarmış. Onun için anlatım, hep en acı haliyle varolmuş; çünkü ötesini bilmiyormuş...

Geçmişinde en sevdiği arkadaşını bulunca değişen birçok haliyle, Ko Moon-Young'un da kalbinde çiçekler açmaya başlıyor işte. Zorlu oluyor ama oluyor. Kendisi gibi sevgisiz büyüdüğünü sanan arkadaşıyla, eksik yanlarını tamamlıyorlar. Buna da şöyle diyorlar filmde;

İnsanlar zayıf oldukları için birlik olurlar. Birbirimize böyle dayanırız. Bizi insan yapan budur. (1. Sezon 15. Bölüm) 


Yani son olarak filmin son bölüm öğüdü olarak, katıldığım son cümleyi de buraya ekleyelim;

Haklısın. Silemiyorsan daha iyi bir şeyle üstünü kapamalısın. (1.Sezon 16. Bölüm)


The Knight Before Christmas - Netflix Filmi


İki gün önce izledik bu filmi de babamla, o kadar eğlenceli idi ki; henüz bulamadık bunun kadar eğlencelisini! :) 

Noel temalı romantik filmleri çok seviyorum. Senenin bu iki ayında (Kasım-Aralık), izlemeyi ve keyif almayı bildiğim filmlerden benim için... Geçen sene bu zamanlar Noel Prensi ve Noel Prensi Kraliyet Düğünü filmlerini izlemiştim. Bir de onların bebekleri olmuştu geçen sene, onu izlemiştim üstüne... Denk gelmesi lazım bu tarzda kaliteli yapımları, çünkü bize uzak kültürler olduğu için konuları değişik geliyor ve klişe yapımlarla karşılaşmama ihtimaliniz de çok yüksek...

Misal bu film, Noel Öncesi Şövalye diye çevirebileceğimiz isme sahip bu film; eski zamanlardan günümüze, esas eksikliğini bulmak için gönderilmiş bir şövalyeyi anlatıyor. Noel gecesine kadar bulması gereken görevinin peşinde günümüzle tanışmasını izliyoruz. Gerçekten eğlenceli ve de romantikti.. 

Kadın karakterimiz Brooke'un geçmişten gelen şövalyemiz Sir Cole'e çarpınca; üzerindeki zırhlı kıyafetlerinden sebep hiçbir yara almıyor, ama kendisine şövalye dedikçe ve kaydı da bulunmadıkça "hafızasını kaybetmiş bir genç olarak misafir ediyorlar şövalyemizi"! :)

Brooke sahip çıkıyor, ona yardımcı oluyor; sözde kendisini hatırlayana kadar şövalye diye bahsetmesinden sebep, bir süre sonra özde olmasa da ona inanmak durumunda kalıyor Brooke. Zamanla aşk başlıyor, Noel arifesinde birbirlerini keşfediyorlar ve de hayata karşı eksik kalan bakış açılarını kazanıyorlar...

Eğlenceli vakit geçirmek istiyorsanız, 2019 yapımı bu filmi kaçırmayın derim. Tam battaniye altına girip, sıcak kahveniz ile keyifli birkaç saat geçirmelik bir film! =))


İşte Bir Kitap, Bir Dizi Ve Bir film adlı bir yazımın daha sonuna geldim. Biraz daha buraya yazı yazamasaydım, "Tamam, olmuyor demek ki!" diyecektim. Ama Ekpss 2020 sınavımı bitirdim ve kendime geri döndüm yeniden çok şükür... :) Geç olsun da güç olmasın diyelim, en kısa zamanda yine görüşelim inşallah... 

Sevgilerimle... 

22 Ekim 2020 Perşembe

İyi Günde Kötü Günde, Dizi Yorumum - #didemingozunden

 

Biraz aradan sonra yeniden merhabalar. :) 

Umarım Didem'in Gözünden adlı bu bloğumun varlığını unutmamışsınızdır, ya da umarım orada birileri vardır! =)

Bugün geçtiğimiz günlerde biten bir dizi hakkında olumlu görüşlerimi yazabilmek için buradayım ve bu sefer çoğunluk olumsuz görüşler bildirmiş durumda... Bense neden benim gördüğüm güzelliği bu kadar az kişi görebilmiş şaşırmaktayım hala! 


17.10.2020 Cumartesi günü akşamı, kısa süren ekran hayatına 6. Bölümüyle veda eden "İyi Günde Kötü Günde" adlı dizinin finali vardı. Üstte afişini paylaştığım üzere de görüldüğü gibi; başrollerinde Elçin Sangu - Leyla karakteriyle, Yasemin Allen - Melissa karakteriyle ve Ozan Dolunay - Sarp karakteriyle yer alıyor.

Dizilerde sadece ve sadece "aşk"ın varlığını görmek isteyen seyirci çoğunluğumuz çok fazla. Öncelikle buna bu sefer ciddi anlamda üzüldüm. Ben Leyla adlı karakterle empati kurdum ve şöyle düşündüm; çok seviyor olsa da insan affedemeyebilir işte. Çünkü hayatlar sadece karşı cinslerin aşkları üzerine kurulmuş değil... Aşk var diye geri kalan her şeyin varlığını inkar eden kişiler, dizinin vermiş olabileceği mesajı görememiş olabilir. Veyahut, o mesajı verebilen dizi ve filmlere duyduğum saygıdan olsa gerek; ben bu sona çok sevindim... Çoğunluk, sevenler neden kavuşamadı diye isyan etti. Oysa o sevenlerin yaşadığı ayrılık birçok konuda birbirinden uzaklaştırdı. İşte bunu es geçmemek gerekli...


Hikayemiz Sarp karakterinin çok sevdiği nişanlısı Leyla'yı düğün günü terkedip gitmesinin ardından, 5 yıl sonrasında başlıyor ve devam ediyor... Leyla'mız iyi bir organizatör şirketinin başarılı bir çalışanı artık. Kendi düğününde mutluluğu bulamamış, nice çiftin düğününü en güzel ve en mükemmel kılmaktır belki yapmam gereken demiş ve hayatına devam etme kararı almış... 

5 yıl geçtikten sonra, 5 yılın sonunda patronunun kızı Londra'dan erkek arkadaşıyla evlenme kararı alarak dönüyor. Leyla'nın patronu Aslıhan hanım da madem öyle kızımın düğününü en sevdiğim çalışanım "Leyla" organize etsin diyor ve hikayemiz böyle devam ediyor... 

Bilmeyenlerin de tahmin ettiği gibi, patronun nişanlısı düğünde Leyla'yı terk eden beyimiz Sarp. Eski aşıkların karşılaşması ile güzel bir hikaye oluşuyor aslında, komedi ve dramı bir arada izliyoruz. O git gel duyguları güzel yaşatan bir dizi idi... Ama bu dizi fikri tutmayınca reytinglerde, erken final kararı alınmış ve 6. Bölümde de dizi bize veda etmek durumunda kalmış işte...


Dizinin girdiği karmaşaları, o karmaşaları nasıl anlattığını konu etmeyeceğim; izlemek isteyenler için 5 bölüm çok da fazla değil bence... Ama son bölüm, beklenen mutlu sondan öte çok güzel ve yerinde sahneler içeriyordu. Bunu çoğunluğun anlamaması üzdü beni... Şimdi kısaca anlatacağım sizlere de;

5 yıl önce aynı üniversitede okuduğun ve sevgili olduğun adam, ailesiyle dahi tanıştırmamış olan ve seni en güzel gününüzde "sebep belirtmeden bırakıp gidiyor." Ve bu çok sevdiğin adam yıllar sonra karşına çıkıyor; evlendirmek zorunda kalıyorsun ama sen bundan gocunmamak için direniyorken, o seni işinden etmek için uğraşıyor. "Git buradan, bizi bu duruma sokma" diyor. Kızımız en mantıklı şekilde "Ben niye gidiyorum, bunca yıldan sonra gelen sensin. Beni kurulu düzenimden etme, istiyorsan sen git!" diyor. Sonra kızımız gitmeyi bir ara düşünüyor da, ama sonra o gitme çabasının altında bile eski nişanlısı Sarp'ın parmağı olduğunu çok çabuk öğreniyor. Meğer uluslararası davetler hazırlayan bir firmadan gelen iş teklifini ayarlayan kişi, eski nişanlısı Sarpmış. Çünkü yıllar öncesinden hem çalışıp hem gezme hayalini sevdiği adama söylemiş; beraber gerçekleştirmek isterlermiş üstelik bu hayali... Neyse ki, Leyla anlıyor da biliyor yapacağını işte. Dönüp savaşmaya devam ediyor...

Leyla hala sevdiğini itiraf edemese de, onun için öfkesi daha ön planda yer alsa da; Sarp ciddi anlamda hala unutamadığını görüyor zamanla. Melissa ile bir daha eskisi gibi olamıyor son bölümlerde; sebepsiz kavgalar, uzaklaşmalar, kendini Leyla'nın yanında bulmalar... Velhasıl, dizinin sonlarına doğru bir şekilde bu düğünün iptal olma yolunda olduğu beliriyor. Leyla ile Sarp görüşüp konuşuyor; Sarp her şeyi anlatacağım Melissa'ya çok yalan söyledim diyor, Leyla ise Melissa'ya onu anlatması fikrinin iyi olmadığını anlatıyor Sarp'a. Beni bu işe karıştırma diyor kısaca, ben yoluma devam etmek istiyorum. Bir şeyler değişiyor bir şekilde...

Sonra esas kızımız önce işinden kovuluyor, oraları anlatmayayım; Sarp'ın annesi Leyla'yı öğrenince, kuyusunu kazıyor zira. Sonrasında işini geri alabilmek için bir davete katılıyor Sarp ve Leyla ve Leyla işine dönmeden önceki gün Sarp gidip Melissa'ya ayrılmak istediğini anlatıyor. Sebebinin de ondan önceki kız olduğunu söylüyor sadece, Leyla'yı bu işe karıştırmıyor.. 

Filmin sonuna doğru, Sarp'ın Leyla'dan af dileme sahnesini ve sözde neden terkettiğini anlattığını söylediği sahneleri izliyoruz; Leyla'nın anlatımıyla. Sarp diyor ki, bu akşam uçağım var ve benimle gelmeni istiyorum. Biliyorum gelmezsin, ama umut hep vardır. Beni görmek için bile olsa gelirsen, o bana yeter... Leyla, "bir gün, belki" diyor. Altta paylaştığım videodaki konuşmayı yapıyor;



Leyla Ertekin'in o konuşması;

Ben devam ediyorum; sevdiğim diğer şeyleri yapmaya, çalışmaya ve hayatımdaki Mine'leri iyilikle terbiye etmeye. Çünkü Mine'lerin de aslında bir yerde kalbi kırıktır." 

"Öğrenmeye devam ediyorum, doğru insanları örnek almaya, tek başıma dimdik güçlü durmaya. Bazı geri kafalıların aksine evet kadın başıma ama gururla." 

"Sarp haklıydı ama! Umut hep vardır. 'Belki bir gün'ler vardır.."


Bir dizide gerçekliği izledik yani, kırılan ve kırıldığı yerden karşısındakine o kadar da kolay doğrulmayan bir kadını izledik...


Bu son, erken gelen bir final için yapılan bir sondu. Tamam, ben de kabul ediyorum; Sarp'ın Leyla'yı neden terk ettiğini bile netlikle öğrenememiş olmamız büyük bir ayıptı bizlere. Ama erken gelen bir final için 6 bölümde yaşanılan git geller ve yapılamayan bir açıklamanın ardından, barışıp kavuşma ne kadar gerçekçi olabilirdi ki? 

Benim netlikle yorumum ve görüşüm şudur ki; Düğün günü terk edilip güveni hayat boyu yara almış birinin sevdiği -adam ya da kadın-, evlenme kararı aldığı başka biriyle döndükten sonra eski nişanlısına sevgisini netlikle hatırlayıp af dilemiş ve pişman olmuş olabilir. Tamam ama çok sevse bile ikili ilişkide sarsılan güven unsuru sebebiyle "ÖNCE BEN" diyebilen ve affedemeyen terkedilen tarafımız, illa ki sevdiği için geri dönmek zorunda değildir. Bu biraz karakter meselesidir, biraz da hayatın gidişatı üzerine verilen kararlardır! Hayata devam etmek de bir seçenektir ve bu da çok güzel bir seçenektir. Verilen zorlu kararın arkasında durulması gerekir bazen. Ömür boyu unutulamayan o büyük hayal kırıklığı ile yaşamayı seçmemek de bir tercihtir, bence aynı hatayı yaşar mıyız diye düşünmektense güzel de bir tercihtir!

 


Şöyle dedim Twitter'da o akşam;

#İyiGündeKötüGünde O ne güzel dizi senaryosu öyle; erkek kırıp gidiyor, geri gelip kadından özür diliyor ve kadın kırıldığı yerleri yok sayıp ona geri dönmüyor. Hayata devam etmek de bir seçenek diyor. Seviyor olsa da, kendini unutabileceğinin sinyalini vermiyor. Önce ben diyor.

Kadın erkek "önce ben! Ben kırıldım, bir şeyler yıkıldı affedemem" diyebilmeli. Zaten sağlıklı birçok ilişki gibi, bazen affedilemeyebilir bir şeyler... Nasıl sevindim, erken bir bitiş de olsa; senaryonun böylesini gördüğümüze, klişeleşmiş nice senaryodan uzak yeni bir sona! =)

Tüm dizi ekibinin emeğine sağlık, umut oldunuz resmen. Ölmemiş bitmemiş dizi sektörü be! Yolunuz açık olsun... Ne güzel şeyler söyledi Leyla, yayınlanınca paylaşacağım! Her kelimesi mesaj doluydu... Ve eklemeliyim ki böyle güçlü derdi olan dizilerin tutulmamasının sebepleri;

kadının erkeğe muhtaç olmaması, aşığım diye hayatını bir erkeğe bağlamayıp kendini yok saymamasıdır. İki tokat atılsa kadına, dram yapılsa kanırta kanırta, kız oğlanı tokatlasa, erkek tutup ona sarılsa ama diğer kızdan da vazgeçemeseydi falan,... Dizi yere göğe sığdırılamazdı! :/


Diyeceğim o ki; bir dizi, gerçeklik ve samimiyet içeriyorsa izlenmiyor. Ne acı! Erkek ne yapmış olursa olsun, kadın hep ama hep onu affetsin isteniyor. Sırf kendi yolunu çiziyor kadınlarımız diye cinayetler işleniyorken bu ülkede; halkın böyle dizileri izlememeyi tercih ettiği, kadını güçlü görmeye tahammül edemediği bir gerçek değil mi? 

Diyorlar ki yorumlarda; böyle belirsiz son mu olur? Neden mutlu son yok! Sizce bu anlattıklarım eşliğinde, geçen zaman diliminde bir kadın ya da erkek; ya da şöyle sorayım, her kadın ya da her erkek affeder mi?! Affetmeli mi! Herkes bir olursa, her hikaye belirli ışıkta giderse; orada düşünen, aklı hür vicdanı hür bir yaratılmış insan var mıdır??

Herkesin kızdığı ortak nokta, benim de saçma bulduğum tek nokta; erken ya da tam zamanlı bitiş de olsa, senaryoda Sarp'ın Leyla'yı tam olarak neden terk ettiğinin bildirilmemiş olması! Bu gerçekten büyük bir eksiklikti ama erken final olduğu için göz ardı edilebilir. Son olarak Leyla'nın Sarp'ı, "belki bir gün affedebilirim, biz diye bir şey yine olur. Ama bunca şeyin üstüne hemen affedemem" diyebilmesinin yanında, Sarp'ın sebebini öğrenmemek dokunmadı. Görülmeli ve bilinmeliydi bence, onca olan bitenin üstüne bir çırpıda eski aşıkların yeniden barışması ve kavuşması hiç de samimi olmazdı...

Benim için erken finaline rağmen, bu son ile unutulmaz bir dizi oldu... Gerçekçi, "her şeyin aşk olmadığını anlatan", insanın kişilik değerlerinin üstüne sevgisinin geçemeyeceği durumların çok normal olduğunu anlatmayı başarabilmiş yürekli bir dizi senaryosu... O3 medya yapımına, senaristleri Aksel Bonfil ve Pelin Karamehmetoğlu'na, yönetmeni Metin Balekoğlu'na, diğer set çalışanlarına ve tüm oyuncu ekibine emeklerinden ötürü şahsi teşekkürlerimle... :)

Böyle dizilerin uzun soluklu başarılarını görebilmek, gerçek hikayeler izleyebilmek ve nice benzerlerini de görebilmek dileğimle... Bu gelişmeyi dizi sektörümüzde yeni soluklar can bulmaya başladı diye görüyorum ben; 2020 dizi sektörü, az ama öz yapımlarla yol alabilir bence. Örneklerinden sonra bahsederim belki, tahmin edilenlerden yani... (:

Bunlar benim şahsi gözlemlerimdi işte. İyi Günde Kötü Günde dizisini beğendim. Saf aşıkları, aşk için yaşayıp hayatını yok sayanları ve aptal aşıkları izlemekten usanmıştık zira! Okuduğunuz için teşekkürlerimle, sevgiler... =))


26 Ağustos 2020 Çarşamba

Duygularımla Savaşıyorum - Didem'in Gözünden


Böyle bir başlık attığımı bile unutmuşum ve aslında bugün öğlene kadar bu yazıyı yazma düşüncem de yoktu. Ama işte benzer bir yazı yazacakken "taslaklarımda" bu başlığı gördüm. Duygularımla savaşıyorum, bazen gereğinden fazla...

Öğlen bir arkadaşımdan, biraz üzücü biraz da onun iyiliğine olabilecek açıda bir haber aldım. Kısaca bahsedecek olursam (o da ileride okuduğumda benim de "neydi bu?" diye aklımda soru işareti kalmasın diye!), bir arkadaşım hastaneye yatma kararı almış bu öğlen; hastalığı için, kendisi de inansa bu yatışın ona iyi gelebileceğine inanışım var biraz ama hayırlısı işte...



Şimdi böyle bir mevzu olduğunda da bugün olmuş hala duygularımla savaş halindeyim. Üzgünüm, yorgunum, hayata kırgınım. Hislerime sahip çıkmam gerek, hayatımı sadece üzüntülere odaklı yaşamamam gerek; her şey olacağına varacaktır, "bazen bir şeyler için illa ki uğraşırız ama değiştiremeyiz" diyebilmek gerek... Ama şayet değiştirebileceğim bir şeyler olabilseydi şu hayatta, insanoğlunun karşı koymaya çalışıp da değiştiremediği birçok duruma karşı bir şeyler yapabilmeyi dilerdim... Arkadaşım içinse bugün yine çok fazla şey diliyorum...

Bir değil, onun yaşadıkları ile benim yaşadıklarım benzer bile değil. Ama yaşadığımız birçok içsel savaş, birbirine benzer halde... Değiştiremediğimiz olgular, olsun istediklerimiz ve böyle olmayacaktı dediğimiz çok şey var. Bunun için duygularımızla savaşıyoruz zaten. Çoğu zaman dün ile bugün birbirini tutmuyor, tutamıyor ve "bugüne şükretmeyi gereklilik bilsek de" her an duygularımızla kavgamız ve savaşımız da devam ediyor...

Bugün arkadaşım neler hissediyor, neler düşünüyor, kendisine iyi gelebilecek bir şeyler umuyor mu buluyor mu bilemiyorum; kendimi o sebepten yine garip hissediyorum... İşte ben de onun için sadece umuyor ve dualarımı sürdürmeye devam ediyorum. Bazen sadece "biz ne zaman böyle olduk" diyorum. Bir şeye dair veya değil, dünlerimizde ikimizin hayalleri de bugünkü gibi değildi dediğim noktalar var... Misal o bu yaşında hastanede olmayacaktı da, başka bir yerde hayatını yaşıyor olacaktı; günler geçerken, geleceği nasıl da dünlerdeki hayaller gibi şekillendiremiyoruz... Bazen ben de anlayamıyorum! Kurduklarımız, kuramadıklarımız ve doğru diye verdiğimiz kararlar; bizi bu taraflara mı getirecekti?

Bugün olmuş bana "5 yıl sonraki halini görmek ister misin?" diye soranlara yine de "Hayır!" diyorum. Demeye de devam edeceğim. Bilmemek, bilememek, çoktan seçmeli bir sınavın ortasında bizi götürdüğü yerleri yaşamak hala güzel geliyor; tüm olan bitene rağmen üstelik...



Ne diyordum, Duygularımla Savaşıyorum!

Bu yazıyı yazmak üzere bu başlığı koyduğumda, içimdeki hislerden bahsedecektim aslında; hatırlıyorum. İçimdeki çoktan seçmeli sınavın tercih edebileceğim diğer şıklarının getirebileceği hayatımı düşünüyordum yine. Hala düşünüyorum bazen... İçimde bana hissettirdiklerini anlatamayacağım bir garip taraf var, bazen çok ama çok konuşuyor. İşte o zaman diliminde yazacaktım bu yazıyı ama iyi ki yazmışım. Tamamıyla saçmalık! Bir tek dün-bugün-yarın var, insan kendi tercihlerini yaşıyor. Devam edebileceği bir hayatı; eğer uyanırsa yarına, "yarın" diye bir olgusu var... Hayat gelip geçici tek giriş hakkı verilen küçük sınavlardan oluşmakta, daima...

Bunları biliyor olduğumuz halde, bugünde yaşadığımız karmaşalar ne kadar garip. Neden geçmişle bugünü, bugünle yaşayamadıklarımızı kıyaslıyoruz? Ya da kıyaslıyorum! (Bir önceki zaman diliminde, yani Temmuz ayında Taslaklara düşmeseydi bu başlık da yazı olsaydı eğer; size haklılığını anlatabilirdim o saçmalığımın..)

Şimdi saçma geliyor, Temmuz ayında düşündüğüm karmaşa bana saçma geliyor. Bir tek yapmam gereken şey var, şu anı yaşamak. Bu anı en layıkıyla yaşamak ve yapamadıklarıma, yapamıyor olduklarıma odaklanmadan yaşamak... Karmaşık olduğu kadar da kolay esasında. Duygularımla savaşmanın bir faydası yok, duygularımızla savaşmamanın verdiği çok fayda var... Bunu da son bir ayda netleştirebildim kafamda...

Bu yazıdaki resimlerim gibi görüntüleri sadece yazılarım için çekmiyorum, bir o kadar bana iyi geliyorlar diye çekiyorum. Her baktığımda bana "ben böyle güzellikler görebiliyorum" dedirtiyorlar. Bunu da zamanla kavradım mesela. İçine düştüğümüz savaş durumlarını zamana bırakabilmek çok zorlu, ama bir o kadar da insanı rahatlatan unsurlar aslında. Çektiğimiz fotoğraflar da, bir an sadece doğa fotoğrafı ama aslında her baktığımızda rahatlatan hayatın parçalarından...

Hani çok sıkıntılı dönemden geçerken, o zamana sıkışmışız gibi hissediyoruz. Hani büyüklerimiz söylüyor bize sonra, misal annem gibi, "her kışın bir yazı, her gecenin de bir sabahı var kızım!". Hayat işte böyle; gecelerin sabaha döndüğü, sabahlarımızın bazı kişiler tarafından geceye dönüştürüldüğü ve yine o dönüştürülen gecenin sabaha dönmesini sabırla beklerken dönen düzenin içinde devam ediyor...

Karışık yazdığımı düşünüyorum fikirlerimi yazıya dökerken, ama her defasında! Eskiden bu yazdıklarımı, "saçmalıyorum" diye silmeyi düşleyerek kendimi duraklatıyordum. Hep içimde kalıyordu sonra. Ama zamanla yaza yaza çözüldüğümü farkettim! Şimdi karışık geliyor, yazarken çözülüyorum; bazen sonunu getirmiş bile olsam, "tam dökülmemiş gibi hissediyorum". Yazımı yayınlıyorum ve ertesi güne okuyorum, eksik bile buluyorum ama fazla görmüyorum. Şu an yazarken de tam bunları hissediyorum...



İşte bu tarz duygularımla savaşmaya her koşulda devam ediyorum ama artık kendim veya bir başkası için yapamadıklarımıza dair üzülmemeye daha çok özen gösteriyorum. 

Arkadaşım için daha fazla güç diliyorum, olduramadıklarımız için üzülmekten geri duruyorum; biliyorum bu bana olduğu kadar, ona da zarar verecektir çünkü... Arkadaşım o hastaneden daha güçlü çıksın, duygularıyla ben gibi savaşmaktansa "onları anlamlandırmayı ve bugününe uygulamayı başarabilsin" diye umuyorum. Benim arkadaşım güçlü, "ağır geldi hepsi yine" dediği her şey geçecek; çünkü o da bunu istiyor, bitsin gitsin tüm dertler ve bugünler yaşansın istiyor. 

Ben, arkadaşım ve bizler gibi bünyesine "ağır gelen ne varsa" hafiflesin. Bu gece tüm insanlık adına duamdır bu, içindeki gücün "hayat gerçeklerinden korktuğu gerekçesiyle" farkında olamayan herkese büyük bir güç kuvvet diliyorum. Yaradanın desteği, onun bize verdiği güç hep bizimle var olsun. Onun yolundan ayrılmayalım, kendimize de ona da olan inancımızı hiç kaybetmeyelim inşallah... 

Çok basit görünen şu sözleri şuraya yazmak bana öylesine iyi geliyor ki. Oralarda birileri var veya yok. Ya da tam anlamıyla bana yorumlara yazmak istemeyen sessiz birileri var, içinizdeki güç biraz olsun yazmak istiyorsa "yorumlarda görüşelim" olmaz mı? :) 


Okuduğunuz için teşekkürlerimle. Arkadaşıma ve onun gibi hastanelerde şifa çare ve umut bekleyenlere bu yazım. Seni seviyorum arkadaşım. Sen çok güçlüsün, çünkü biz içimizdeki güçle bu günlere gelebildik. Daha zorları da olmuştu, umarım bunu daha da zorlaştırmazsın; bir umut orası sana iyi gelir, veya sen kendine iyi gelebilirsin. Sevgilerimle... 



15 Ağustos 2020 Cumartesi

Masallardan Geriye Kalan, Chesapeake Shores, Dil Tengi - #didemingozunden


Bir Film (bayramın ilk günü izlemiştim), Bir Dizi (Bayramdan sonra başladım) ve Bir Müzik grubu (bayramdan önce keşfettim ve bırakamıyorum) ile karşınızdayım bugün. :))

3 hafta sonra yeniden merhaba ve iyi okumalar diliyorum sizlere... Daha önceki bu tarz yazılarımı da burada bulabilirsiniz...


Bir Film - Masallardan Geriye Kalan...


Bayramın ilk günü, tek bir kez yakın akrabalarla bir arada olmak için toplanıp eve döndükten sonra oturup izledim bu filmi. Netflix'i açtığım gibi karşıma çıktı ve Özgür Çevik'i kadronun başında görmem yetti de arttı... :) 

Özgür Çevik'i Yabancı Damat adlı diziden beri çok sever ve hala aralıklarla da o dizisini izlerim. Özgür Çevik ile Nehir Erdoğan, yıllardan beri en sevdiğim dizi çiftlerinin de arasındadır hala... Bu yazı bitsin de, kaldığım yerden bir bölüm daha "Yabancı Damat" izleyeyim ben en iyisi. Sanıyorum en son dizinin 18. bölümünde kalmıştım... =)

Gelelim filme; "Masallardan Geriye Kalan", oyuncular ve oyunculukları çok iyi bir filmdi bence. İzlemeye başladığımda, o klasik senaryoları olan aşk filmlerinden birini izleyeceğimi düşünmüştüm; aşkı yücelten, çok fazla kalıba sığdıran ama buna rağmen hep bir tarafın saçma şekilde bırakıp gitmesiyle sonu hep mutsuz biten. Oysa klasikten öte elimizde bir durum hikayesi vardı. Bunu gidişatta anlamadık elbet ama son 45 dakikada farkettiğimiz üzere, hikaye çok değişikti. Klişe senaryolardan öteye, hikayesini çok sevdiğim bir film olarak not ettim bir kez daha izlemek için kendime... (:

Hikayemiz Eskişehir Anadolu Üniversitesinde Sosyoloji öğretmeni olan "Evren (Özgür Çevik)" ile aynı üniversiteye yüksek lisans yapmaya gelmiş bir öğrenci olan "Hece (İlayda Akdoğan)"nin tanışmasıyla başlıyor. Okulda değil okul dışında taşıyorlar ve okul içerisinde geçen bir aşk değil onlarınki, garip bir arkadaşlıkla başlayan aşk ilişkisi. Herkesten farklı olmak ve de birbirleriyle konuşmayı, birbirlerine dünyanın ilişkiler konusundaki basit kuralların ötesinde sahip çıkmayı başarabilmiş bir aşk... 

Çok bir şey söylemeyeceğim yine, güzel bir devamlılık söz konusu idi filmde bence. Bizde de yapılabiliyor demek ki, dedirtti; klişeleşmiş basit kavgalar sebepli ayrılmalardan uzak yeni bakış açışları sunulan ve ona göre eğlenceli yanları olan filmler...


Filmden iki alıntı yapacağım; 

Hece ilişkilerinden bir ara uzaklaşıp geri döndüğü sırada sarılıp Evren'e "Sensiz ne yapıldığını unutmuşum." diyor, Evren de ona sarılıp "İyi yapmışsın." diyor. Filmin burasında benim içim ısındı ve şunları düşündüm;

Gerçek hayatta her türlü ilişkide bu basit güzel cümlelerin ve sevdiğini affetmenin, değerini unutuyoruz. Elbette her seferinde aynı hatalar yapmak konusunda değil dediğim. Veya büyük yaralayıcı hatalar, "özrün" bile kar edemeyeceği kırgınlıklardan bahsetmiyorum da. Sanki güzel naif olan "değerli sözleri kullanmayı" unutmuşuz. Her birimizde en ufak sözlü dalaşmaları affedememek ama can yakıcı büyük şeyleri affedebilmek gibi moda oldu. Gördüğüm tartışma, konuşma veya sorgulama içerikli paylaşımlarda; basit şeyleri affedemeyen ama büyük aldatmalar veya yaralamaları "herkes ikinci şansı hakeder" diyerek affedenleri gördüğümden söylüyorum bunu. Filmin orasındaki cümleler bana, fazlasıyla acımasız olduğumuzu gösterdi zamanla. Basit şeyler, herkesin yapabileceği şeyler, zamanla affedilemez hale nasıl getiriyoruz; kimbilir...

Bir de alıntıladığım şu sözler vardı; "Aslında gittiğinde bir rahatlık oldu, davlumbaz kapanmış gibi bir sessizlik. Meğer evde yemek pişmiyormuş." Nasıl büyük bir farkındalık aslında bu... Kıymetini asla kaybetmeden bilemediğimiz şeylere nasıl hoyrat davrandığımızı anlatan müthiş bir alıntı benim için... :) 

Bir şans vermenizi dilerim bu filme. Özgür Çevik'i çok sevdiğimden mi, yoksa o haftalarda ihtiyaç duyduğum bir içerik olduğundan mıdır bilemem; ben filmi beğendim. Oyuncuların ve diğer teknik ekibin emeklerine sağlık diyorum... (:


Bir Dizi - Chesapeake Shores...


Bayramdan sonraki hafta başladım bu diziye, My First First Love adlı kore yapımı 2 sezonluk diziyi bitirdikten hemen sonra... =) Filmin adı Chesapeake Shores ve bu dizi ismini 5 kardeşin büyüdüğü bir kasabanın isminden alıyor esasında. Film bir kitaptan uyarlama imiş ve 3 serilik bir kitapmış. Diziyi izlesem de kitabını okumak istediğim güzel bir hikayeye sahip bence... Önce geçmişten küçük bir kesitle başlıyor dizimiz, sonra da gelecekte 5 kardeşten 4'ünün de kasabaya çeşitli sebeplerle kısa süreli dönüşleriyle devam ediyor. Başrollerimizden kadın oyuncumuzla, eski sevgilisinin yeniden yüzleşmeleri "naif ama yapıcı geri dönüşler içeriyor. Derken çok sevdiğim bu düşünceler içinde işte... :)

5 kardeşli O'Brien ailesinin, küçük yaşta evi terk edip giden annelerinin ardından hayatlarındaki o önemli travmayla babaanneleriyle büyüdüklerini öğreniyoruz önce. Aslında anneleri çekip gitmiş, ama babalarıyla bir türlü anlaşamadıkları ve kavgalara dayanamadığı gerekçesiyle. Evet, günümüz ve de aile geleneklerimiz açısından bu çok yanlış. Ne demek evlatlarını bırakıp gitmek? 1 sene sonra alacağım sizi de yanıma demiş aslında anne karakterimiz, ama çocuklar bunu istememiş... 

Babaanne bakarken babamız da çok fazla iş odaklı hayatına devam edince, geçmişinde anne baba yarası ve eksikliği bulunan 5 hayatı izliyoruz işte. Babayla da anneyle de bağı koparmayan çocuklar, babalarının yanına bir şekilde dönüyorlar işte şimdi. Babalarının yanına dönen kızlarımızın ardından, oğlanları ile annelerini getiriyor baba. Sorunlar var ama gerçek aileler hep bir yerden toparlanır, bunu hissettiren bir film; tüm garip durumlarına rağmen... 

Basit şekilde anlatmak istedim hikayeyi bu sefer, bana da hem çok basit hem de çok içten geldi çünkü bu dizi. İki kız çocuğuna sahip ve eşinden boşanmış Abbie O'brien'ın geçmişinde yaşadıklarının kendince haklı sebeplerini, sevgilisini bırakıp gitmesini ve kendince yaşadıklarındaki davranışlarının yanlışlarını farketmesini de izleyeceğiz zamanla... (: 

3 sezonluk diziyi sonuna dek izleyebileceğimi tahmin ediyorum, şu an için 1.sezon 5. bölümdeyim. Abbie ve Tracey'nin yeniden sevgili olmalarını da, 5 kardeşin anne babalarıyla ve geçmişlerindeki yaşadıkları travmaların yüzleşmelerini de izleyebileceğimi umuyorum. Günlük dizi tadında, en kıymetli içeriklerden birine sahip benim için şu tar diziler; entrikalar ve bizim klişelerle dolu günlük Türk dizilerimizden uzak, samimi, öğretici zira... Tavsiye ediyorum. ;)


Bir Müzik Grubu - Dil Tengi...


Bayramdan önce ders çalışırken "youtube algoritması" sayesinde tanıdığım bir grup "Dil Tengi". İyi ki tanımışım, her dinlediğimde daha fazla huzur buluyorum sadece... :)

O hafta tüm sıkıntılarımdan kurtaran ve bir terapi niteliğinde beni kendime getiren şarkı, grubun üstte paylaştığım "Bir Ağaç Olsam" adlı şarkısı idi. Devamında "Nokta İdim", "Geçti Bahar Gülizarda" ve "Nasıl Anlarsın Bilmem" adlı şarkılarını sırasıyla dinledim ve çok sevdim... Bir rahatlama yöntemi olarak, sıklıkla beni rahatlatan müzikleri dinlemeyi çok seviyorum. Bu sıra "Dil Tengi" grubu benim sakinleşme konusunda yardımcım resmen, hem kendimi hem de çevremi daha çok dinleyebiliyor ve anlayabiliyorum esasında... 

Bir küçük itiraf; öyle sevdim ki bu grubu esasında, hemen paylaşmak istemedim burada. Öyle ki hani büyüsü bozulmasın, bir o kadar size özel kalsın isterseniz; öyle bir histi. Ama sonra aklıma paylaştıkça çoğalabileceği, bana yettiği kadar size de iyi gelebilmesini istediğim aklıma geldi. Umarım sizlere de iyi gelir. Bana yıllar yılı çok çok iyi gelen ve hala dinlediğimde kendimi tam da kendim hissetmeye geri dönebildiğim grup kadar iyi geldi "Dil Tengi"nin müziği. Size de şifa olsun, benimle beraber huzur bulun dilerim. =)


Sevgilerimle, bu seferki "Bir Film, Bir Dizi ve Bir Müzik Grubu" içerikli yazımızın da sonuna geldik. 

Bir sonraki yazımda görüşmek üzere, kendinize iyi bakın ve sağlıcakla kendinizde kalın... (:


26 Temmuz 2020 Pazar

Söyleyemediklerimiz - Didem'in Gözünden


Söyleyemediğim birçok şeyi kendime biriktirdiğim bir süreci daha yaşıyorum. Yalnız hissettiğim anlarda bu sefer daha değişik düşünmeye fırsat buldum. Düşünsenize söyleyemediğiniz neler biriktirdiniz içinizde ve nasıl başa çıktınız bu hislerle? Söyleyerek toparlayabildikleriniz mi çoğunlukta, söylendikçe haksız çıkarıldığınız mı? Oysa kırgınlığınız, acınız, eksik hisleriniz hep sizinle aslında ama bunu kimse anlamıyor değil mi... Peki, kabullenmek mi gerek bu durumu yoksa yol almak mı? Düşündüm durdum ve şu sonuçlara varabildim...


Benim açımdan yine yazılması mühim bu yazıyı yazmayı düşündükten hemen sonra, bir akan su yanında veya üstünde olsam ve sadece o suya anlatsam içimdekileri dedim aslında. Ama bu yaz ne su kenarında ne de suyla bütün olabilmek mümkün oldu. Üstteki anılarımı bu yüzden birleştirdim. Bu yazıyı da, onlara anlatıyormuş gibi anlatacağım işte... Çünkü suya ne anlattıysam hiç yabancı hissettirmedi, hep kendi derdi gibi sahiplendi...

Bir zamanlar söylediğim her bir şeyi dile getirmekten vazgeçtim bu sıra. İki gün öncesine kadar, kendimi deli gibi anlatmaya devam edebilme ihtimalim benimleydi oysa. Bir arkadaşım iyi ki vazgeçirdi! "Söyledim de ne değişti diyebilirken, yine de ben söyleyeyim de" diyebiliyordum çünkü ve bu beni farketsem de inkar ettiğim düzeyde tüketmeye devam ediyordu... Aslında bu ne büyük ahmaklık, şimdi netlikle kavrıyorum. 

Derler ki, "Sana sağır olana, dilsiz olacaksın!" Her defasında tekrarlanan hayat derslerimden biri bu, ben birilerine hep kendimi anlatıyorum ve o birileri beni hep anlamamayı tercih ediyor... Sonra dönüp dilsiz olana dek, kendime yüklenip duruyorum. Vazgeçtiğim nokta da burada başlıyor, "söylendiklerim, söylemediklerim olacak artık aslında." 

Üzülerek söylüyorum ki, bu tezim ergenliğimde çok sevdiğim şu söze dayanıyor;
"Karşılıksız sevgi, yanmış bir evin anahtarı kadar gereksizdir."

Söyleyemediklerim demem de bir kelime oyunu anlarsınız ki, aslında hep söylediklerim birçok kez duyulduğu kadar algılanmamış olduğu için söyleyemediklerim olmaya mahkum edildi tarafımdan. Biri sizi duymuyorsa, kendinizi parçalasanız da neye yarar? Ama ben hep bir işe yarayacağını düşündüm işte. Saf olmayı tercih ettim biraz da, neticede hep yapmadıklarımızdan pişman oluyoruz ya! Fakat unuttuğum bir mevzu  daha vardı, "Aynı şeyi yaparak, farklı sonuçlar bulmayı düşünmek de çok saçmaydı!" Yakın ya da uzak, kavratırım kendimi dedim işte. Ama aslında bir değer çizgisini dikkate almam gerektiğini unutmuşum, duyulduğun kadar konuşmaya devam edebilirmişsin; bir süre sonra aynı şeyleri konuşmaktan da yoruluyormuşsun... Ben aynı şeyi yaparak, aynı sonuçları aldım ve en sonunda da bu söylediklerimi kavradım; bu sonuçlara ulaştım...

Vazgeçmek, dünyanın sonu değil; insani bir eylemmiş. Vazgeçmek kaybetmek de değil, yeni bir eylem planı kazanmak olabilirmiş...


Çok duygusal baktığımı kabul ediyorum aslında, "insanlar gelirler ve giderler". Bir ömür boyu her insandan aynı davranışı, aynı odaklanışı bulamayabilirsiniz. Ama değişen şeyler yine de acıtır canınızı, sizin de farklı gerekçeleriniz vardır çünkü... Eğer size gelmeyi can-ı gönülden isteyen birisi varsa, o sizin söyleyemediklerinizi de duyup gelebilir size... 

Öyle ya, sevgi bağı çok başka bir şey. Ama o bile bir zaman sonra karşılık hissedilmediği gibi cazibesini yitiriyor bazen. Eğer yıllardır o cazibeyi koruyabilir olduysanız, takıntı yapmışsınızdır aslında. O takıntınızdan vazgeçtiğinizde de, söyleyemedikleriniz kalır içinizde sevginizle baki şekilde... 

Ey okuyucu, çok sevdiğin ve değer verdiğin halde; "Beni duymuyor, görmüyor! Şayet kendisi isterse varım hayatında!" dediğiniz birileri oldu mu hayatınızda? Karşılık beklerken kırılıp, gücenip, alınıp çok söylendiğiniz ama bir türlü düzeltemediğiniz bağlantılarınız oldu mu? Benim böyle bir beklentim oldu, birilerinden işte. Çok bekledim, çok istedim ve bunu en çok özlemimden yaptım. Ama olmadı ve sonunda vazgeçtim ben de... Vazgeç sen de, içine dön! Şaka yapmıyorum, daha az can acıtıyor. Beklentiyi ne kadar sıfırlarsan o kadar iyi geçiniyormuşsun bu hayatla... Sil-at, canını yak demiyorum; sakın ha! İnsan sevdiğine, iyi vakitler geçirdiğine bunu yapamaz ki; en fazla kırılır köşesine çekilir işte. "Sadece yoksa bir oluru, dön kendi içine biraz da o çabalasın işte." Diyorum... Biliyorum bu bile can yakıyor ama buna bile beklenti koyma; ne olursa, şayet çabalarsa de! Beklentisiz ol, çıkarsız ol sadece işte! O gelirse, sen de gidersin yine... Ama artık eskisi gibi olma, elde tutulan, el uzatıldığında hep bulunan; bu çok başka bir şey işte...

İnsanları kaplumbağalara benzetmek ne kadar doğru bilmem de, ben birilerine o gün -üstteki fotoğrafta göründüğü gibi- attığımız ekmekler kadar cezbedici olamadım aslında. Elde görülmek nedir çok iyi bildim bu yüzden. Yine birilerini benim anlamak zorunda olduğumu hissettiğim, anlayışlı olması gereken kişi olduğum şu son süreçte, alıştırıldığım bu düzene çok içerlediğimi de farkettim. Aklımdan çıkmayan konular dizisi, "söylemediklerimiz" yazısını ortaya çıkardı sonra...


Biliyorum, yalnız değilim; seveniniz, sevdiğiniz, ailenizden biri, arkadaşınız, yakın veya uzak dostunuz, hepsini bırakın yaşıtım dediğiniz kuzeniniz, sizin sevginize ve verdiğiniz değere karşılık vermedi. Sizi hep öteleyen birileri oldu, birilerini ötelememiş olduysanız da. Geleceğim deyip gelmeyenler, arayacağım deyip aramayanlar; özleminize sözleriyle destek verdi de, açıkça eylemleriyle geri dönüş sağlayamadılar... Sevmekten vazgeçmek kolay bir şey değil, hele ki yapınız "nahif düşünmeyi gerektiriyorsa"! 

Üzgünüm ama olmayın nahif-mütevazı falan, bir işe yaramıyor siz sizinle kaldıkça; kendinizi sevmeniz için mütevaziliği köşeye fırlatmanız gerekiyor. Ben elimden geleni yaptım, yapıyorum da diyebiliyor musunuz? Bırakın ötesini. Yalnızlığınızı yalnızlık gibi görmekten de vazgeçince çiçek gibi olacaksınız... 

İçinizdekileri muhatap olmayanlarına anlatamadığınız için yapacaklarınıza gelince; açın benim gibi "gitmekten ayrı huzur bulduğunuz bir su fotoğrafını" ve ona anlatın derdinizi. Su kaldırıyor ve hazmediyor her bir yükü, karşısında anlattığınız sürece nasıl rahatladığınıza aklınız ermeyecek belki de; benim gibi. Ama muhatabına anlatmış gibi rahatlatabiliyor beni, kesilen nefesimi feraha çıkarıyor... :)

Bu da böyle bir yazı oldu işte; düşünmeler, fikirleşmeler, eğitimsel ve de daha fazlasının birleşimi ile... Düşündürenler, benimsetenler, iyi edenler sağolsun varolsun... 
Sevgilerimle. 
Didem'in Gözünden - Didem Köse

18 Temmuz 2020 Cumartesi

Aşk 101, Yarına Tek Bilet, Konduramadım - #didemingozunden


Bir... Bir... Bir... Yazı dizimle yeniden karşındayım sevgili okur... :) "Didem'in Gözünden" serisinde, Haziran'da izleme fırsatı bulduğum bir dizi ve bir filmden, çok severek dinlemeyi hala sürdürdüğüm bir şarkıdan bahsedeceğim... Farkettim, bu zamana dek bu seriyi hiç saymadım. Bilmem kaçıncı "#didemingozunden" yazımda buluşmak güzel... :) İyi okumalar.


Aşk 101 - Bir Dizi


Kaç aydır söylenen, üzerine çok yazılan ve çok eleştirilen "Aşk 101"i, Haziran ayında oturup annem ve babamla izledik. Yanlış hatırlamıyorsam, 3 günde bitirdik. Bir gün erken kalkacağımızdan sebep az bölüm izlemiştik ama diğer günler en az üçer bölüm izledik ve bitirdik... Bizim için abartıldığı kadar kötü bir dizi değildi. Bir de çok eleştirenlere, böyle öğrenci mi olur böyle okul mu olur diyenlere; o bir senaryo, evet abartıldığı noktalar gerçekten çok abartıydı ama bakılması gereken noktalara bakılmadan eleştirildiğini düşünüyorum...

Dizinin tüm bölümlerinin sonucunda bir puan verecek olsam; sürükleyici olduğu için, oyuncular başarılı oldukları için, müzikler ve mekan seçimleri çok hoş olduğu için 10 üzerinden 5 veririm... Fakat çok fazla küfür kullanıldığı için, çoğu zaman küfürsüz konuşulmadığı için, derdi olduğu halde derdi haksız şekillerde savunduğu için ve bunu genç oldukları gerekçesiyle fazlasıyla saygısızlık çerçevesinde gösterdikleri için 10 üzerinden 3 verirdim.... Yani ortalama alacak olursak, film 7-8 gibi güzel bir puan alabilecekken; bu söylediklerim sebepli 4 puan alıyor benden aslında. Ama ona rağmen bile diziyi sevdim, izletti ve şaşırttı üstelik... 

Dizide 4 gencimiz var, 4'ü de kendince sebeplerle okulda asabilik gösteriyorlar. Kavgalar ediyorlar, okulun düzenini bozuyorlar ve hiçbir şekilde de kendilerini haksız görmüyorlar. İşte bu bariz abartı... En kötü okulda bile bunu yapmamalısınız. Okul dediğimiz bu değildir zira...

Bu 4 gencin, her birinin yaptığı taşkınlıklar sebebiyle "bir kez daha disipline çağırılmalarıyla", okuldan atılmaları konuşuluyor ilk bölümlerde. Fakat bir öğretmenimiz var ki, çocukları okuldan atmanın hata olacağını, toplumdan uzaklaştırmak da olacağını savunarak, ret oyu kullanarak çocukları koruma altına alıyor... (Bizim okul sistemini başından beri düşünecek olursak, kırk da kötü olsa der büyüklerimiz, üst üste hataları ve düzen bozucu kişilere tavırlarda katıdır; okul öğretmenleri olamasa bile, müfettişler ve Milli Eğitim görevlileri bu durumu ciddiye alır ve gereğini yaparlar.)

Neyse, bizim dört öğrencimiz, kendilerini koruyan öğretmeni okul başkanı olan kızımız Işık'ı köşeye çekip korkutarak öğreniyorlar. Sonucunda da Burcu öğretmenin tayininin çıktığı ve yakın zamanda gideceğini bildikleri için, bu şehre bağlı kalsın diye okulda bir öğretmene aşık etmeye karar veriyorlar. Bu öğretmen de, basketbol takımının koçu Kemal öğretmen... 

Tüm hikaye böyle başlıyor işte; küfürlerle, öğrencilerin okulda egemenlik kurma geyreti içindeymiş gibi kimseye saygı göstermemeleriyle, "kırk da kötü olsa" diyebileceğimiz ailelerinin, esasında o kadar da kötü olmadıklarını gördükçe hikayenin "haklılığına" varamadığımız şekilde bir hikaye anlatılıyor bize... 

İçlerinde tek bir öğrenciyi ailesi tarafından yalnız ve sevgisiz bırakıldığı gerekçesiyle haklı gördük ki biz, o da Mert Yazıcıoğlu adlı oyuncunun oynadığı Sinan karakteri... Mert Yazıcıoğlu dizide en iyi oynayan kişiydi ve biri taşkınlık yapacaksa, taşkınlık yapmak konusunda bir o haklıydı... Alina Boz'un oynadığı Eda karakteri de, ailesi tarafından tüm gelecek planları yapılmış bir kızı oynuyor; evet, belki onu da haklı görebiliriz. Ama esasında o rehberlik öğretmenleriyle çözülebilecek bir sorun, bizim zamanımızda öyleydi en azından... (Dizinin bu noktada, ailesinden şiddet gören, açlık ve yokluk içerisinde okumaya çalışan, cahil veya cahil olmasa bile yeniliklere kapalı kalmayı tercih eden ebeveynlerine rağmen taşkınlıklarını dizginleyebilen öğrencileri yok sayan bir senaryosu olduğunu görüp çok üzüldüm doğrusu... Ne kadar zor yaşıyor olsalar bile, sanatımız bize tahammülü öğretmeli; biz düşünebiliyoruz ama gördüğü her türlü şeye inanabilecek ölçüdeki "asi gençliğe" böyle hak savunma yöntemi öğretilmemeliydi...)

Bir sonraki film konusunda yorumumda daha net bu konudan bahsedeceğim ama "neden küfürsüz konuşmayı beceremeyen bir nesili kendilerine yakıştırabiliyor "Türk dizi-film sektörü" aklım almıyor! Dedirtti. Özgür olma güdüsünü, alkol kullanmaya özendirilme, güzel bir söz söylüyor olsa bile küfürsüz söyleyememe, beylik laflar ederken öğütler verirken ya da sevinirken bile küfürsüz ağzını açamamakla, lanetler okumadan hareket edememekle bağdaştırılmış olması; beni fazlasıyla rahatsız etti. 

Diyeceğim o ki; oyunculukların güzelliği, senaryonun özgünlüğü, bu eleştiriler altında görülmez olmuş tabii ki! Eleştirenlerin eleştirdikleri budur. İçeriğinde madde kullanımına veya eşcinselliğe dair tek bir cümle bile bulunmamasına rağmen de, yayınlandığı ilk haftada lanetler almış bir dizi aynı zamanda... Eleştirirken unutmayayım, ikinci sezonunu bekliyorum yine de. Ama daha az küfürsüz olursa, az biraz saygı duydukları bir şeyler görebilirsem, tüm abartıları görmezden gelebilirim; açık yüreklilikle söylüyorum... Bu yorumlarımın sonucunda da, 10 üzerinden 5 puan veriyorum... =)



Yarına Tek Bilet - Bir Film


* Filmin afiş görüntüleri, Google Görsellerden alıntıdır.

Sadece afişe bakabilmiş ve izleyebilmiş olsaydım, bu kadar nereye varacağını eleştiriler dolayısıyla iyice merak etmemiş olsaydım; ilk 20 dakikadan sonra kesinlikle kapatacağım bir filmdi! Netflix'te ilk Netflix yapımımız böyle bir içerikle olmamalıydı, ciddi anlamda bu benim canımı çok sıktı...


Başrollerinde ve sayılı rolleri bulunan filmde, Dilan Deniz Çiçek ve Metin Akdülger'in oynadığı Yarına Tek Bilet; fazlasıyla durağan, basite kaçılmış bir film gibi geliyor insana. Her iki oyuncuyu da çok severim, ama bu filmde Dilan Deniz Çiçek'in oyunculuğunu eksik buldum. Ki, Dilan Deniz Çiçek'in oyunculuğunu bu zamana kadar hiç eksik bulmamıştım... Film bir trende geçiyor, aynı kompartımanda yolculuk yapıyor karakterlerimiz. Biri eski sevgilisinin düğününe baskına gidiyor (Metin Akdülger); kızla aynı kompartımanda yolculuk edecekleri için, sohbet açıyorlar ve bu durum açığa çıkıyor. Ne güzel tesadüftür ki, kızımız da oğlanın kız arkadaşının müstakbel kocası ile eski sevgili çıkıyor. Kız açığa çıkarıyor, "salaksın oğlum sen, ikimizi de kandırdılar da evleniyorlar" diyor falan; böylece beraber acı çekip, acılarıyla yakınlaşıyorlar. Daha fazla da anlatmayacağım hikayeyi. Benim fazlalık olarak gördüğüm noktalar olmasaydı -bu benim fikrim- izlenebilir bir senaryo olabilirdi; ne olsa alışığız böyle klişelere... 

Metin Akdülger'in oyunculuğunu da çok beğeniyorum ki, ne yazıktır, hikayede geri planda bile kalmış kadın karakterimizin acısı yüzünden... Filmde o kadar çok küfür etti ki kadın karakter, erkek o kadar küfür etmedi. Bir kere daha izlemeye tahammülüm olsa da sayacak olsam, en fazla 3-4'tür... Bu durum beni çok rahatsız etti. Son dönemlerde hangi Türk filmini izlersem izleyeyim en basit yakarışta bile büyük küfürler ediliyor. Gerçekten bu kadar mı nefret ediyorsunuz bu hayattan??? Sanat için küfür etmek şu son dönemde iyice moda oldu. Oysa biz küfür etmeden güldürebilen tipleri izledik Yeşilçam'da, asırlarca... (abartmak önemli, yeni film sektöründe malum!) :)

Filmi izlerken kendime edilmişcesine küfüre maruz kalmış hissettim kendimi. Evet, aşk ızdıraplı, insanlar zalim, yapmaması gerekeni yapıyor herkes. Ama en basitinden, hadi kalk bakkala gidelim dese bile kötü konunun üstüne; biptiğimin bakkalına gidelim diyorlar, sorarım "Bakkal size ne etti?!"...

Kısacası, eğer nereye bağlanacağını merak etmeseydim yarım bırakır devam etmezdim. Nereye bağlandığını görünce de, o sahne için çekilmiş gibi tüylerim ürperdi. Birbirinin olan iki kişiden bahsediyorum; hayır, içinde aşk barındırmıyordu bence! Ortak acıya bağlanmış bir birliktelikti bence... Sırf bunun için çekilmiş kadar da davetkar... Daha da kötüsü şu ki, filmin sonunda İsveç yapımı bir filmden uyarlama olduğunu gördüm; daha fazla üzüldüm. Çünkü nice güzel senaristlerimizin, daha kaliteli senaryoları var. İsveç yapımı "Hur man stoppar ett bröllop (How Stop a Wedding)" isimli filmle, Netflix'te kendimizi "senaryo yazamıyoruz ve uyarlamada başarılıyız" der gibi göstermek gerekli miydi acaba?

Diyeceğim o ki; eleştirileri düzgün okusaydım, uyarlama olduğu için tepkimi koymak adına bile olsun izlemeyebilirdim. Keşke daha iyi okusaydım. Metin Akdülger'in film boyunca oyunculuğunu sevdim, Dilan Çiçek Deniz'in konuşmadığı noktalardaki sahnelerini sevdim, sanatsal olsun diye boşlukları netleştirmeleri haricinde görüntüler de fena değildi. Bu sebepten 10 üzerinden 3 veriyorum bu filme... Umuyorum, ilerleyebileceğimiz yerde geri plana düşürmekten vazgeçeriz; film sektörümüzü, dizi sektörümüzü ve her türlü üretim süreçlerimizi. Yeni şeyler denemekten vazgeçmeyeceğimiz günlere olsun... Amin :)


Sezen Aksu - Konduramadım - Bir Şarkı...


Son zamanlarda nicemizin yanlış kişilere aşık oluşlarından sonra kendimizi telkin etmelerimizi konu almış Sezen Aksu şarkısı; Konduramadım...

Daha en başından belliydi zaten
Ben ihtiyaca binaen aşk icat ettim
O kadar inadım ki kendi yalanıma
Beni geç, koca memleketi bile ikna ettim...

Diye başlıyor Sezen aksu şarkıya. Dinlerken hep "a bu benim hikayem!" dediğim için, Haziran boyunca en sık dinlediğim şarkı oldu kendisi... :) Koronavirüs'ün meşhur ettiği bir akım gereği, sanatçıların kendi videolarını şarkıyı söylerken çektikleri görüntülerle klip yapılmış. Yapılanların içinde en başarılısı olan "Zeynep Bastık'ın Her Mevsim Yazım" şarkısının klibinden sonra geliyor benim için... Hem çok sade, hem de çok hissettirildiği ölçüde yerinde!

Şarkı üstteki sözlerden sonra şöyle devam ediyor;

O seni üzer dediler
Karada yüzer dediler
Bütün alametler vardı
Ben konduramadım, konduramadım
Konduramadım, konduramadım, konduramadım

Dinledikçe aklıma bana verilen öğütler geliyor, bugün olsa yine dinlemeyip kendi bildiğimi okuyacağım geliyor. Şayet böyle olacağını bilsem elbette söz dinlerdim, diyorum sonra. Ama kalbimizi kıran kırıyor, sevgisine inandığımız çok büyük yalanlar söyleyip incitiyor; verdiğimiz kararların sonucunu bilemeden deneye yanıla öğreniyoruz işte... Şarkı "tamam bu" dedirtiyor da, çok basit bir kuralın ve hareket ediş yönteminin basitçe ele alınmış hali. "Konduramıyoruz!" İnsanlar o kadar çok yüzlüler ki, hala yer yer sinirleniyoruz; geçmişte incindiğimiz yerlerden hala inciniyormuş gibi hissediyoruz ama olan oldu geri de alamıyoruz...

Konduramadıklarımız konusunda kendimizi telkin edelim, kırıldığımız yerleri toparlayalım ve artık önümüze bakalım diye yazmış bence Sezen Aksu... Kalemine sağlık. :) Amacına uygun, acıtmadan rahat hissettiren ve "Evet, konduramadım. Ama geçti." diyebileceğiniz bir rahatlama şarkısı. Bence! :) 


İşte böyle; iyi seyirler olsun, iyi dinlemeler olsun diye eleştirel bakış açımı buraya bıraktım. En azından işini doğru ve layıkıyla yapanlara hakkı verilsin istediğim için, küfürle ve saygısızlığı haklı taraf gibi göstermenin yanlışlığından bahsettim. Benim içimde birikenleri bloğuma yazmasam olmazdı... Aşk 101'den bahsediyorum, küfür de saygısızlık da aşırıydı. Yarına tek bilet de öyleydi tabi... Aşk 101'in ilk sezonu öyle bir yerde bitti ki, devamı gelecek mi bilmiyoruz; ama umuyorum ikinci sezon daha iyi ve daha tatmin edici olur. En azından soru işaretleri cevabını bulabilir...

Okuduğunuz için teşekkürlerimle, tahammülsüzlüklerime katlandığınız için minnettarım. :)
Yorumlarda buluşalım görüşelim isterim.
Sevgilerimle... =)

15 Temmuz 2020 Çarşamba

Dikkat Unsuru Ve Çifte Standart - Didem'in Gözünden


Haftaya bomba gibi haberlerle, komplolarla, gerek doğrulayanlar gerekse de yalanlayanlarla ama esas noktalara değinebilen az insan grubuyla ve birçoğunun da "Aman canım sizde"cilikleriyle başladık. Abartısız böyle başladım haftaya, düşük modla, hayretle ve sıkıntıyla...


"Çocuk İstismarı Hep Vardı" Deme! Dikkat Et İşte...



Bir Amerikan mobilya satış sitesinde, gereksiz derecede pahalı ürünlerin içeriğinde çocuk isimlerinin, çocuk beden tablolarının yer aldığı iddiası gündeme geldi. Bu ürünlere verilen alt isimlerin "kayıp çocukların isimleri olduğu" ve ne hikmetse bu ürünlere verilen kodların da arama motorlarında aratıldığında ismi verilen çocukların kayboldukları haberlerine ulaştırdığı iddiası ortaya çıktı. Akşama dek bu haberler ortalığı yıktı geçti ki, aynı benzer durum bizim ülkemizde de bir sitede geçerli denildi. Halılara "çocuk beden tabloları konulmuş", kadın kıyafetlerine çocuk kıyafetleri konulmuş, kodlar varmış vs...

Böyle bir durumu duyduğunuzda, tüm delilleriyle beraber mantıksızlığını öne sürdüklerinde kanınız donar değil mi? Benim de kanım dondu. Araştıramadım, açıp bakamadım o kodları yapıştırmaya fırsatım olmadı; haberleri yayıldıktan sonra fahiş fiyatlı ürünler de acilen kaldırılmış söylenene göre. Doğrusu işime de gelmedi biraz, araştırmak ve bulmakla gerçekliğine inanmak beni çok korkutacaktı. Kafamı takmak istemedim ama modum düştü bu haberlere... Nasıl düşmez ki? Çocuklar üzerinden, savaş mağduru veya kayıp çocuklar üzerinden "algı bile olsa" öne atılan her cümle çok kötüydü...

Neyse, korkuyla okudum ve korkuyla izledim. Akşama doğru tüm haberler doğrularıyla yalanlanarak, sözde böyle bir şey olmadığı söylendi. Ama en korkuncu o süreçte ve sonrasındaki yorumlardı. Düşünün, buna bir inananlar var ve bir de inanmayanlar. İnananlar, çocuklara karşı düzenlenen kötülüklerin "ortaya çıktıysa" son bulması için birilerini harekete geçirmek istiyorlardı. Sözde dünya üzerinde en büyük kötülük çocuklara yapılıyor diyoruz ya, "gerçek ya da değil" ses çıkarmamak nasıl mümkün olabilir? İnanmayanlara gelince, böyle bir saçmalık olamayacağını düşündüklerini söyleyerek "sözde kara mizah" yayıp bu durumla da dalga geçtiler! Savunmaları da şuydu; İnternetin karanlık ortamında zaten bunlar oluyor, hem de daha fazlası... Gördüklerimi anlatıyorum!

Bu duruma, üstte bahsettiğim kodların kayıp çocuk haberlerine ulaştırdığı sebepli inananlar ve anlam veremeyenlerin de dediği; "nedir ne değildir, paylaşın araştırılıp haber verilsin!" idi zaten. İşi bilgiçliğe vuran birçok kesim, dünya üzerinde nicesi oluyor zaten; adamlar böyle yapar mı, diyerek nice insanı salak yerine koydular... Ben de kodlar mevzusuna çok takıldım. İnstagram hesabımda da paylaşıp, "Hiçbir şey olmadıysa bile bu sefer bir şey oluyor, yoksa ne diye o kodlar çocuklarla ilgili haberlere ulaştırsın!" demiştim. Kötülük her türlü yolunu buluyor işte, bir şekilde alınabilecek tepkiyi de ölçmüş olabilir, bir başka şekille de algı operasyonu yaparak bir başka kötülüğü örtmüşlerdir! Olamaz mı, olabilir!

Neticede daha önceden de aynı şekilde adı çıkan o Amerikan sitesinin haberleri yalanlamasının üstüne, düzgün bir açıklama gelmedi. Sanıyorum ki, o kodlar sır olarak kaldı ama neyse ki o kodların birkaçının ulaştırdığı kayıp çocuk haberlerinin eski ve birçoğunun da bulunmuş çocuklar olduğunu öğrenebildik. Sanıyorum ki, böylece kapatıldı konu. Şimdi hiç kimse konuşmuyor...

Ama işin şu noktası var ki, hala duyarlı kişiler de bu önemli noktayı "hep olduğu gibi" konuşmaya devam ediyor; "pedofili ve çocuk istismarcılığı bir hastalık ve bir suçtur, gözetiminiz altında olan çocukları ve yakınlarınızı "bu sosyal medya tuzağında afişe etmekten, uygunsuz fotoğraflarını veya bu sapıklara fırsat oluşturabilecek şekilde kullanmaktan uzak tutmalısınız". Ortaokula geçmemiş, hele hele liseye geçmemiş çocukların "sosyal medya kullanımı" diye bir şey olmamalı. Çünkü küçüklüğünde kanıyor insan, her türlü yanlışa. Küçüklüğünde "gerçek ve sahte" kavramı oturmamış oluyor ve sosyal medya ortamındaki o beğeni butonunun cazibesi çoğu çocuğa zarar veriyor...

Bu konuda beni en çok tedirgin eden, daha önce de dediğim gibi; "ülkemizde ve dünyada bu var zaten, neyini büyütüyorsunuz!" diyebilen kesimdi. Bizim gözümüzden sakındığımız tüm çocuklar adına, koruyuculuk yapabilecek aklı başında yetişkin sayımız görünürde çok azmış. Meğer sosyal medyada uyum sağlayabilmek adına, yanlış olan şeyi savunmak ve cool gözükmek en önemlisiymiş! Benim yazdıklarıma da diğerleri gibi "salak" gözüyle bakıldıysa, "bu komploya inananlarla mı oy kullanıyoruz biz!" diyenler arasına beni de kattılar mı acaba? diye merak ettim ben o gün. Birçoğu gibi, durumun hassasiyetine önem vermek ve küçük bir ihtimal bile olsun gerçekliği varsa ortaya çıkarabilmek önce gelmeli" diye düşünüyorum. Varsın "salak" olalım birilerinin gözünde, tek bir çocuğu olsun kurtarsak tüm dünyayı kurtarmış sayılırız.

Bana göre durum şöyle; Bir insanın kim olabileceğini, çocuklukta yaşadıkları ve yaşayamadıkları sebep olabilir. Sevgisizlik, önemsenmemek, görülmemek ve ona sahip çıkılmadığı için "hiçbir zaman ona sahip çıkılamayacağı düşüncesi" hepimizin hayatında karakterimizi belirleyen sebepler olmuştur... Umutsuzluğa da, kötülüğe de, mutsuzluğa da, kötü diyebileceğimiz her ihtimale; çocukluğumıza yaşayamadığımız veya hiç istemeden yaşadığımız kötü olaylar sürüklemiyor mu sizce de? Bir düşünelim derim.


Survivor Kim?

Dün Survivor'un finali verilmiş. Elbette haberim olmaması mümkün değil, ama bizzat açıp izlemeyi tercih ettiğim bir program değildi bu sene de. Sosyal medya sağolsun, yine de hiç izlemedim diyemiyorum. Ünlüler kimdi, ünsüzler kimdi ve kim ne kavga çıkartıp kimi alt etmeye uğraştı hepsini gördüm bildim ben de; herkes gibi! :)

İçimizden biri olarak büyük bir kesim Cemal Can Canseven'i görmüştük ve sevmiştik ki, o da neyse ki Survivor 2020'nin şampiyonu oldu. Zamanında tüm sezon izlediğim son Survivor sezonunda, "Hilmicem İntepe Survivor olduğunda" ona nasıl sevindiysem Cemal Can'a da öyle sevindim. Sizi bilemiyorum ama ben "dürüst, kibar, birilerinin üstüne basarak ilerlemeye gerek duymayan birinin kazanmasına çok sevindim!

Bize hep öğrettikleri hep yarışmak, her yarışta da ardımızda kimleri ezdiğimize bakmadan yarışı bir dövüşçü gibi vahşice bitirmek öğretiliyor. Cemalcan bu profillerin hiçbirine uymuyordu ama bir o kadar da yarışlarda geride kalmıyordu. Diyeceğim o ki, Cemalcan bu zamanki Survivor olan birçoğundan farklı olarak; gerçekten doğru dürüstlüğünden sebep de Survivor olabildi. Her zaman vahşilik, kabalık, bitmek bilmeyen ve aşırılığa kaçan hırsın kazandıramayacağını; bir o kadar doğru durmanın da halk tarafından görülüp kazandırabileceğini gördük. Twitter'da oy verilme süresinin arttırıldığı iddia edilse de, "bu yüzden oylarda Barış kazanırken Cemalcan birinci olabildi sonrasında" denilse bile; sonuç olarak işin bu yanı var. Oylar uzatılmasına rağmen Barış daha fazla öne çıkabilirdi, ama aksine Cemalcan'ın hem yarışabilen hem de kimseyi kırmamak için uğraşan tavrının görüldüğünü de düşünüyorum işte...

Cemalcan şu sözleri dedi ya, ben orada daha bir üstteki dediklerime inandım bu arada; "Hayallerinizin peşinden gidin, sonucu ne olursa gidin ve hayat çok kısa; birbirinizin kalbini kırmayın!" Ne güzel sözler değil mi? Bu sözlerin ardından duygusallaşıp ağladı diye, "mızmız biri Survivor olamaz, ama oldu" dediler. Onu diyenlere soruyorum; siz hiç mi çok mutlu ve gururlu bir anı yaşayıp, sevinçten ağlamadınız? Ya da siz hiç mi yakın çevrenizde, duygularını saklı değil; iyi veya kötü duygularını hep dosdoğru yaşayan birilerini tanımadınız?! Çok garip; ağlamak her dönem olduğu gibi, yine güçsüzlük ve eziklik göstergesi oldu öyle mi? Varsın öyle olsun, bir gün öyle olmadığını anlarsınız elbet; iyi şekilde anlayın dilerim...

Survivor Kim? diye sormamda ise, üstteki mevzudan ayrı bir konu da var... Bugün dünkü yayınla ilgili görüntüleri gördüm İnstagram'da, mesafe olmadan ve maskesiz İstanbul yayınını seyretmeye gelmiş büyük bir kalabalık varmış. Normalleşme gerçekleşti ve virüsten kurtulduk mu demek bu? diye düşündüm. Bir ben değilmişim ki, "sağlık bakanlığı oradakilere bittiğini falan mı söyledi acaba?" diye sorgulayanları da okudum. Hal böyle olunca herkes şunu soruyor; 4,5 aydır virüs yayılmasın diye çabalayan, evlerinden dışarıya gerçekten mühim olmadıkça çıkmayan bizler Survivor değil miyiz?

Doğrusu ben de katılıyorum; Survivor, her zaman bu ülke sınırları içerisindeki her birimiziz. Açlıkla, işsizlikle, eğitimsizlikle, cehaletle, toplumsal cinsiyetle, adalet arayışında, kurallarla, toplum için, çevremiz için, kendi için bilinçli hareket etmeye uğraşırken, sonuç olarak hep kendini "saf yerine konulmuş hisseden" biz halkız... Survivor sensin, benim ve öteki her kimse... Açlıkla, işsizlikle, hastalıkla boğuşmasına rağmen; toplum sağlığı için kurallara uymayı bu süreçte yine görev edinmiş bizler... Kimimiz o süreçte hastalığımızın gerilemesine rağmen evde kaldık, kimimiz çok sıkılmış bunalmış olmamıza rağmen ve çoğu üç dört çocuğu evde tutamıyor olmasına rağmen. Belki de "psikolojik şekilde bizi yoran tüketen hastalığımıza rağmen kendimizi durdurduk". Çünkü kural buydu, zor olsa da çoğunluk uyduk. Bir kısım hala kurallara uyuyor da. Ama bir kısım hala toplum için duramıyor, tedbir almıyor, önemsemiyor; kuralları kendilerine göre esnetebiliyor. Bizlerse hala buna yapacak bir şey bulamıyoruz. Söyleniyoruz, dikkat çekmeye uğraşıyoruz, "ben niye girmedim kalabalıklara bunca zamandır o zaman" diyoruz; ama ülkemdeki şu çifte standart mevzusuna bir türlü son veremiyoruz... Sırf bu yüzden bile asıl Survivor biziz! Ona göre... =) Cemalcan da Survivor'ımız ama kendimizi de yabana atmayalım e mi bu sene! :))


Benim bu yazım için "Didem'in Gözünden" olarak anlatacaklarım bu kadardı... Kendi gözümden bir bakış açısı sunuyorum yine size. Bir dahaki yazımda görüşene dek, aynı düşünceler veya karşıt düşüncelerde de olsanız, gelin yorumlarda konuşalım derim. :) Desteklerinizi, yorumlarınızı bekliyorum. Orada olduğunuz için de teşekkür ediyorum.

Sevgilerimle, daha güzel haberlerle görüşebilmek dileğimle; kendinize iyi bakın...