Biraz aradan sonra yine merhaba. Didem'in Gözünden bir kitap ve bir filmin notları ile geldim bu sefer, yaklaşık bir ay sonra... :)
Hiçbir şekilde kasti verilmiş bir ara değildiyse de yine; net şekilde bir kitap bitirememiş, şu günlere kadar pek film izlememiş olmamı ve de diğer alanlarda kendi gözlemlerimi yine kendime saklamak istemiş olmamı yokluğuma sebep gösterebiliriz de aynı zamanda. Neyse, geç olsun da güç olmasın diye umdum da geldim yani sonunda. İyi okumalar dilerim yeniden.. (:
Ekim Yağmurları - Serdar Özkan
Kitapların bazen insanları çağırdıkları olurmuş, buna ben de çok uzun zaman öncesinde inanmazdım ama şimdilerde biliyorum ki bu bir gerçek... İlk defa 2015'de okuduğum bu kitapla böyle bir bağ kurmuş olduğumuza inanıyorum ki, epey garip bir şekilde bu ay başından beri beni çağırıyordu; hissettim...
Ekim ayının ilk haftası, yine durdukları yerde eskiyeceklerine iki rafta bulunan kitaplarımı ayıklama düşüncelerine girdiğimde; Ekim Yağmurları, kitaplığımdan ayırmak istemediğim kitaplarım arasında idi yine... Üst rafta, soldan üçüncü sırada idi, bir süre bakıştık kendisiyle de... :)
Neyse, hangilerini kitaplığımdan çıkartacağımı, hangilerini orada tutmaya devam edeceğimi düşünürken, aklımda tek bir kitap diri kaldı ve kendini daha çok unutturmadı; öyle hissettim işte.. O kitap beni kendine çağırdı, başta gitmedim ama neden çağırdığını da üç gündür biliyorum artık!
Kitabı üç gün öncesinde elime aldım ve dün bitirdim... Huzursuzluğum yok oldu önce, dün gece birkaç haftanın ardından huzursuz olmadan bir gece geçirdim ve daha rahat uyudum yine. Unutmaya yüz tuttuğum şeyleri hatırlattı kitap bana sonra; korkularımı, endişelerimi ve tatminsiz hallerimi umursamamam gerektirdiğini hatırlattı...
Sayfa 8-9; "Mutsuzluğun yüzde doksan dokuzunun, beklentilerimizin gerçekleşmemesi olduğunu düşünürüm hep." (Bu benim 2-3 haftadır yine düşünüp kendimi yediğim bir mevzuu idi.)
Çok şeyi çözümlemek istediğim ama çözümleyemediğim bir süreçten geçiyormuş gibi hissettiğim zaman diliminde, bu kitabın beni çağırmış olması yeterince manidar değil mi? diye düşündüm sonra. Ne diyordu kitapta;
O yüzden artık her şeyi çözmek istemiyorum
ben. Hayat benden güçlü, onu çözemem, çözsem de, onun üstesinden gelemem. Ama
onun gücüne, yüceliğine, güzelliğine bakıp tat alabilirim belki. Onu anlayamam,
ama hissedebilirim. Anlayamadığın bir sevgiliye dokunmak gibi… (Sayfa 24)
Ben bir türlü ortaokuldan beri fabl seven okuyabilen biri olamadım, hep öğretmenlerimle bu tarz kalın hikaye kitapları konusunda tartışıp dururduk o zamanlar. Ama bu kitap başka geldi bana! Güllerin Tanrı'yı arayışı ve içlerindeki değerleri sorgulayışlarında, kendi sorguladıklarımı buldurdular. En çok da bu okuduğumda... Hepimiz mutluluğu arıyoruz hiç şüphesiz, oldurmak istediklerimizin temelinde hep bir mutluluk arayışımız var. Kitap da diyor ki, Tanrı'nın vasıflarında kötülüğe dair bir şey yok. İkiliği oluşturan biz insan oğluyuz, kaybettiğimiz bir vasıfla beraber onu "mutsuzluk" diye adlandırıyoruz. İlk zıt durumda içimizde Tanrı'nın ışığını taşıdığımızı unutuyoruz, her birimiz onun parçasıyız ama biz zıtlıklarımızla ondan ayrılıp bir "ben" elde ediyoruz. Kötülüğü hissettiğinde, geri kalbine dön; Tanrı'nın evine. Güller bunu öneriyor işte... :)
Kitabı daha fazla anlatmayacağım elbette, sadece üstteki iki alıntıyla veda edeceğim bu konuya. Ama ötesi var kitapta; ilginizi çekti ise, okumanızı tavsiye ediyorum elbette... (:
Ben olduramadıklarımıza kafa yorar, durup durulamadığını hissettiğim ve doyuramadığım benliğimle uğraşır iken "korkularıma, endişelerime ve zıtlıklarıma" çok fazla odaklanmışım! Korku, endişe, sinir ve tahammülsüzlük "Egomuzun işi" diyorlar... Ben sadece gerçekten toparlamak ve toparlanmak istedim ve bu sefer her zamankinden çok olacağına dair beklentiye girdim.. Artık sabredemediğimi, koşullar değişirse daha iyi olabileceğimizi düşündüm; ben değil, bizdim. Ama beklentimle unuttuğum başka şeyler olduğunu göremedim sonrasında...
İçimdeki değeri, içimden yeniden sabırla diriltemeyeceğimi düşünmüştüm. Gerçekleştirmek ve oldurmak istediklerim bir daha gelmezse diye düşündüm sanırım. Gerçek ve kalıcı olanın içimizde olduğunu, mutluluğu her defasında yeniden bulabileceğimi bir kez daha unutuyordum az kaldı yani...
Ama şimdi, zamanını beklemem ve keyif almayı sürdürmem gerektiği konusunda daha netim! Hayat benden daha güçlü diye değil, ben de güçsüz değilim diye... Koşullar, beklentiler ve umutlar, her birinde Allaha yönelmeyi ihmal etmediğimi düşünüyorum kendimce. Ama unuttuğum, olduramadığım halde sürdürmeye uğraştığım güç savaşımda beni bitirmeye uğraşabilecek negatifler olabilirmiş; kalbimden güç almayı hep sürdürmeliymişim... Öyleymiş yani, tam zamanında beni çağıran kitabım ile anladım bunu. Hayatıma bir kez daha teşekkür ederim. :)
Ama şimdi, zamanını beklemem ve keyif almayı sürdürmem gerektiği konusunda daha netim! Hayat benden daha güçlü diye değil, ben de güçsüz değilim diye... Koşullar, beklentiler ve umutlar, her birinde Allaha yönelmeyi ihmal etmediğimi düşünüyorum kendimce. Ama unuttuğum, olduramadığım halde sürdürmeye uğraştığım güç savaşımda beni bitirmeye uğraşabilecek negatifler olabilirmiş; kalbimden güç almayı hep sürdürmeliymişim... Öyleymiş yani, tam zamanında beni çağıran kitabım ile anladım bunu. Hayatıma bir kez daha teşekkür ederim. :)
“Değerli bir şeyi bulmak, elde etmek için dört
tane önemli silah vardır. İstemek, inanmak, sabır ve vazgeçmemek… Bu dördünü
yaparsak, her şey olur. En imkansız şeyler bile olur. Ama bizim istediğimiz
zamanda değil, Tanrı’nın istediği zamanda. Ama mutlaka olur.” (Sayfa 166)
Bu hafta başında izledim, La Mome adlı filmi... Salı günüydü, sabah Edith Piaf dinlemek isteyerek uyandım önce. Kahvaltı sofrasında en çok hangi şarkısını dinlemek istediğimi düşündüm durdum, "L'hymne à l'amour"da karar kıldım sonra. Öğlen vakti de kararımı verdim, epeydir izlemeyi ertelediğim Edith Piaf'ın hayatını anlatan filmini o gün izleyecektim. Bu görevimi de akşam vaktine bıraktım...
Filmin ne ödüllü olduğunu biliyordum, ne de uzun zamandan sonra bir oyuncunun oyunculuğundan bu kadar etkilenebileceğimi bekliyordum izlemeden önce. Filmin başrol oyuncusu Marion Cotillard, o anlatılan videolardan görülen mimiklerinden ve anlatılan tavırlarına kadar tamamiyle "Edith Piaf'tı". Bir otobiyografi filmini izlerken, bizzat anlatılan kişinin kendi tüm hallerini oynamış gibi hissetmekten rahatsızlık duyardım normalde; ama bu sefer, ilk defa bizzat kendisi gibi düşünüp rahatsız olmadığımı gördüm. Bu büyük başarı ki, oldukça fazla bir ödül almış film, oyuncu kadrosuyla ve daha birçok alanda zaten...
Hayat hikayesini birçok kez okuduğum birinin filmini izlemek beni bu kadar etkilemezdi ama bu film de o gün beni çağırdı belki. Şarkılarının birçoğunun hikayesini dinlemek bir yana, başına gelmiş olan zorluklarla başa çıkış biçimlerini izlemek de bir başka mutluluk verdi... Açıkça söylemem gerekir ki, filmde veya hayat içinde kabul edemediğim bir durum ihanetse de; Edith Piaf'ın hayat hikayesinde bu konuda sınanmış olmasına içerledim de. Sonucunda hayatında tek gerçek anlamda sevdiği adamı bir uçak kazasında kaybetmiş olmasına daha da üzüldüm...
Edith Piaf, hastalıklarla ve ailesinden yana şanssızlıklarıyla dolu bir hayat geçirmiş; ben tek şanssızlığı sevdiği adamlar diye biliyordum oysa. Şartları ve koşulları değişik olmuş olsa nasıl olurdu acaba hayatı? diye de düşündürdü. Eski ses sanatçılarından sesini gerçek anlamda çok sevdiğim kişilerden biri çünkü... Frida Kahlo'nun hayat hikayesini anlatan film de var sırada, ama onu da izlemeyi şimdilik reddediyorum; bir diğer hayat hikayesini okuyup da filmini izlemeyi reddettiğim kişi de kendisi... :) Edith Piaf'tan Frida'ya geçmem şundandır ki, yaşadıkları sıkıntılar tam değilse de şanssızlıkları benzer geliyor bana...
La Mome filminde başta hata olarak gördüğüm karışık düzende bir anlatım hakimdiyse de, izledikçe fazlasıyla normal bulmaya başladığım bir yan oldu bu da... Çalkantılı bir hayatı anlatırken daha düzenli bir anlatım belki çok normal olurdu. Belki de bu film bir tek bu karmaşık anlatımla böyle güzel olabilirmiş diyorum. Sonra bir diğer nokta da, bir oyuncunun o şarkıları kendisinin söylediğine inandırabilmesi ki, bir ses sanatçısının hayat hikayesini anlatırken aksini bulmak üzücü olurdu... Tek eksi yan olarak gördüğüm de, bu kadar ayrıntıya rağmen yine de merakımı cezbeden eksik birkaç olay örgüsü var. Ama başka eksik yan bulamıyorum bile!
Bu konuya da son verirken, tabii ki filmden en sevdiğim sahneden bahsetmeliyim; filmin sonlarına doğru röportaj sahnesi (aşağıdaki video), herkes kadar benim de en sevdiğim yer olmuş.
Filmi bitirdikten sonra yorumlara baktım; başrol oyuncusunun oyunculuğu az kaldı filmin ötesine geçecekmiş diyen de var, anlatımı karışık bulan da. Ama herkesin ortak noktası, başarılı ve akılda kalacak olan en iyi biyografik filmlerden olduğu... Genç yaşlı herkese öğüt veren o röportaj, benim için en can alıcı noktası idi ki; sevdiğiniz ses sanatçısının canlanıp gelmiş, size öğüt veriyormuş gibi hissetmeniz her filmde rastlayabileceğiniz bir durum da değildir...
Film boyu gerçekten, "ben başaracağım" diye çabalayan ve kendini yaşatılanlar uğruna kimseye "eyvallah" etmeyen bir kadın mıymış acaba diye sorguladım durdum bir de. Filmin böyle bir hissiyatı aktarabilmiş ve sorgulatıyor olması ne hoş değil mi? :)
Bir kitap bir film yazımı bitirirken; o röportaj sahnesinin Youtube'daki halini paylaşmak istedim. Bir kullanıcı paylaşmış, İngilizce altyazılı ama az biraz aşina olamazsanız bile o oyunculuğu izlemenizi isterim...
Bu sıra çok fazla beni bir şeylerin çağırdığına ve bu gibi durumların garip hallerine aşina olmuş haldeyim işte. Başta biraz korkutuyordu ama düzen biraz da böyle gidecek belli ki diyorum şimdi. Sağlık olsun, aklımız kalbimiz yerinde dursun; inşallah yine daha çok böyle yazılar yazabileyim diliyorum...
Verdiğim arayı en kısa zamanda burada da telafi edebilmeyi umarak, sevgilerimle ve yine görüşmek üzere... :)